31 Ağustos 2010 Salı

31 MAYIS 2010 BOB DYLAN ŞÖLENİ

Saklanarak Yaşamanın Yedi Basit Kuralı:

1. Asla yağmurluklu bir polise güvenmeyin.

2. Coşku ve aşktan kaçının. İkisi de geçicidir ve çabuk etkiler.

3. Dünyanın sorunlarına önem verip vermediğinizi soran olursa; bunu soranın gözlerinin tam içine bakın. Bir daha asla sormayacaktır.

4. Asla asıl adınızı söylemeyin.

5. Kendinize bakmanızı söylerlerse de sakın bakmayın.

6.
Karşındaki kişinin anlamayacağı bir şeyi asla söylemeyin/yapmayın.


7. Sakın bir şey yaratmayın. Mutlaka yanlış anlaşılır.

diyor I’m Not There belgeselinde Bob Dylan’ın Arthur Rimbaud hali. Biz de bu kuralların birçoğuna her daim riayet ederek Açıkhava Tiyatrosu’nun yolunu tuttuk dün akşam.



21 yıl sonra bir kere daha İstanbul’ da, Dünya’nın yaşayan en büyük müzik efsanesini izlemek, Bob Dylan muammasını çözmeyi denemek, yıllardır duymaktan hâlâ heyecan duyduğum parçalarını, tekrar ama farklı bir şekilde yorumlamasını dinlemek için ben oradaydım.

Sadece yaşayan en büyük müzik efsanesi mi?

En anlaşılmaz olan
En beklenmedik/bilinmez olan
En arayış içinde çırpınan bu arayıştan hiç vazgeçmeyen
En güzel şarkı sözlerini/şiirleri yazan
En duyarlı ve en umursamaz olan
Yüzyılın ve tarihin en iyi ve en çok dinlenen şarkısının sahibi.
...
En iyi haini
En çok kuralı olan ve en çok kuralı bozanı
Ve en memnun eden/en memnuniyetsizi.

 

Beni konserde söylediği parçalarla kesinlikle çok memnun etti.

Rainy Day Women
Lay, Lady, Lay
I'll Be Your Baby Tonight
Stuck Inside Of Mobile With The Memphis Blues Again
Just Like A Woman
Honest With Me
A Hard Rain's A-Gonna Fall
Cold Irons Bound
Most Likely You Go Your Way (And I'll Go Mine)
Spirit On The Water
Highway 61 Revisited
Masters Of War
Thunder On The Mountain
Ballad Of A Thin Man
Like A Rolling Stone'u söylediği 1 saat 40 dakika boyunca buradan uzaklaşmış olmak çok keyifli idi. Saklanarak yaşamanın basit başka bir kuralı da bu olmalı.


Buradan Uzaklaşılamayan Kısmı:


 
Gün:

Dün tüm gün herkes için çok zor geçmiştir eminim. Ölüm, insani yardım, savaş çığlıkları ile Bob Dylan konserine ulaşana kadar zaten tükenmiştik, üstüne söyleyecek hiçbir sözüm yok. Sadece gözlerinizin tam içine bakıyorum…Bob Dylan ise söylenecek ne varsa söylüyor zaten:


Masters Of War



Mekân:

Kaç zamandır Açıkhava Tiyatrosu’nun önü Harbiye Kongre Vadisi “Büyük Projesi” için kapalı idi. Yan kapıdan itiş kakış girip, çalışan inşaat makineleri eşliğinde konser izlemeye alışmıştık. Meğer ön kapı modern, çağa yaraşır bir şekilde tekrar açılmış:

"Hakikaten orası ön kapı mı? Merak ediyorum. Ne zamandır taş yığınına “Modern Yapı” deniyor? Kim yapmış, bu ülkede mimar, şehir planlamacı, peyzaj mimarı, restoratör yok mu? Bir yer ancak bu kadar kötü bir yere dönüşür…"

"Bari diğer yapının havalandırmasını Açıkhava’nın önüne dikmeselermiş."

"En azından giriş çıkışı kolaylaştıracak bir yöntem geliştirselermiş."

Bir de üstünü de açılır kapanır yapacaklarmış. Her şeyi kapatmak istiyorlar o kısmı anladık ama adı üzerinde Açıkhava Tiyatrosu’nun üstü niye kapansın? Kapıyı bile doğru, estetik, kullanışlı bir şekilde açamamışken, üstü nasıl hem açılır hem kapanır olacak?

Konsere Gelenler:


Geçtiğimiz yıllarda konser izleyicileri, yan kapıdan girmeye alışmışken, konseri toplu halde terk etme gibi bir huy da edinmişti. Bilhassa son on beş dakika boyunca genci, yaşlısı, her şeyi bileni, en akıllısı –gerçi hepsi akıllı-; sahnede L.Cohen’e, SMV’ye hiç aldırmadan akın akın çıkıyordu ki, bu alışkanlık bu yıl aynı şekilde devam edeceğe benziyor.

"Eee, ön kapı açıldı, ne bu telaş? Zaten akşamını konser izlemeye ayırmışsın, belli konseri sevmiş, orada 90 dakika oturmuşsun, bir on beş dakika daha dursan da bizim huzurumuzu kaçırmasan. "

"Sıraya girmeyi, medeni bir şekilde kimsenin hakkını yemeden bir şeyler yapmayı zaten öğrenemedin. Bari bir de matah bir şekilde bunu nasıl yaptığını anlatma. Ayrıca arkadaşlarınla bu kadar hasret gidermeye istekli isen konsere gelme, bir kafeye git." Tüm konser boyunca konuşulur mu? insaf... Bob Dylan konserine gelmişsin, o şarkılar, o şiirlerden bir nebze bile bir incelik geçmemiş ruhuna. Doğru ne konserine geldiğini de bilmiyor olmalısın ki, orada burada;

"Konser çok kötüydü, ruhsuz ruhsuz çaldı, bir merhaba bile demeden gitti. Yaşlanmış, paslanmış" diyorsun.

40 yıldır Bob Dylan konserlerinde seyirci ile hiç konuşmadan iletişim kuruyor. Şarkılarını yeni bir şekilde yorumluyor. Bu sayede konseri izleyen şanslı izleyici de yüzlerce kere dinlediği şarkıyı, bildik arka planla yeniden yaratılmış hali ile dinleyebiliyor.

Aslında seyirci ile hiç iletişime geçmiyor demek çok doğru değil. Seyirciye:

"Siz yalancısınız", diye bağırmış olduğu seferi bilenler vardır sanırım.

Kat Kat Etekli Güzel Kız:

Ben çok uzun süredir Açıkhava’da konser izlerim, ilk defa merdiven biletim oldu. -Tavsiye etmem, zor oluyormuş.- Ama hep görüyordum, insanlar koltukların yanındaki taşlara da oturuyorlardı. Ben de taşa oturmak için hamlede bulundum ve taşın yanındaki koltukta oturan kat kat etekli güzel kızdan izin istedim. Biliyorum, hiç akıllanmayacağım.

Normal bir insan ne yapar? "Biraz yana kayar ya da buyurun" der, ne bileyim en fazla surat asar. Kat kat etekli kızsa son derece ciddi ve önemli bir bilgi verir gibi:

"Aslında buraya oturamazsınız, eteğimin katları var, onlar bozulur, güzel olmaz" dedi. (Yeni tür konuşma şekli ile kelimeleri uzata uzata. Kat kat eteğinin katlarını tek tek düzelterek)

Baloya gider gibi Rock konserine gelen Kat Kat Etekli Kız "sana ne diyeyim", şaşkınlık içinde baka kaldım. Neyse ki, Bob Dylan vardı da o söyledi:

Like a Rolling Stone:



Once upon a time you dressed so fine
You threw the bums a dime in your prime, didn’t you?
People’d call, say, “Beware doll, you’re bound to fall”
You thought they were all kiddin’ you
You used to laugh about
Everybody that was hangin’ out
Now you don’t talk so loud
Now you don’t seem so proud
About having to be scrounging for your next meal

How does it feel
How does it feel
To be without a home
Like a complete unknown
Like a rolling stone?

You’ve gone to the finest school all right, Miss Lonely
But you know you only used to get juiced in it
And nobody has ever taught you how to live on the street
And now you find out you’re gonna have to get used to it
You said you’d never compromise
With the mystery tramp, but now you realize
He’s not selling any alibis
As you stare into the vacuum of his eyes
And ask him do you want to make a deal?

How does it feel
How does it feel
To be on your own
With no direction home
Like a complete unknown
Like a rolling stone?

You never turned around to see the frowns on the jugglers and the clowns
When they all come down and did tricks for you
You never understood that it ain’t no good
You shouldn’t let other people get your kicks for you
You used to ride on the chrome horse with your diplomat
Who carried on his shoulder a Siamese cat
Ain’t it hard when you discover that
He really wasn’t where it’s at
After he took from you everything he could steal

How does it feel
How does it feel
To be on your own
With no direction home
Like a complete unknown
Like a rolling stone?
Princess on the steeple and all the pretty people
They’re drinkin’, thinkin’ that they got it made
Exchanging all kinds of precious gifts and things
But you’d better lift your diamond ring, you’d better pawn it babe
You used to be so amused
At Napoleon in rags and the language that he used
Go to him now, he calls you, you can’t refuse
When you got nothing, you got nothing to lose
You’re invisible now, you got no secrets to conceal

Son Söz:


Bob Dylan Emotionally Yours’u da söyleseydi çok sevinecektim:


Gülda

Bu yazı 01 Haziran 2010 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com'da yayımlanmıştır.

RADU LUPU İLE BİR İSTANBUL AKŞAMI

38. Uluslararası Müzik Festivali konser programında Radu Lupu’yu gördüğümde açıkçası önce inanamadım. Sonra “acaba başka bir Radu Lupu daha mı var?” diye tereddüte düştüm, sonunda ikna oldum ve her derde deva; Radu Lupu Schubert albümünü dinleyerek, konser gününün gelmesini bekledim. Ben piyanonun doğru parmaklarla çalındığında çıkardığı sesin sihirli olduğunu düşünürüm, büyülenirim, odaklanabilirim, arınırım… Dolayısı ile konsantre olmam gereken bir işle uğraşacaksam piyano dinlerim, sakinleşmek istediğimde de. Çok üzüldüğüm ya da çok heyecanlandığımda. Aslında caz ya da klasik müzik sürekli piyano dinlemeyi seviyorum sanırım...




Radu Lupu; 40 küsur yıldır dünyanın en önemli konser salonlarında, büyük orkestralar ile sahne alan, yaşayan en büyük yorumculardan biri kabul edilen bir piyanist. Ama onu bir gün İstanbul’da, Aya İrini’de izleyebileceğime dair küçücük bir umudum yoktu açıkçası. Böyle bir durumda beklenti içinde olmamak için haklı sebeplerim olduğunu düşünüyordum Bence, Radu Lupu klasik müzik dünyasının J.D.Salinger’ı. Röportaj vermiyor, çok az bestecinin eserlerini yorumluyor, halka karışmıyor, internetten konser kayıtlarına ulaşılamıyor, popüler olan hiçbir şeyle ilgilenmiyor. 20 yıldır stüdyoya girip yeni bir solo albüm çıkartmıyor. Açıkçası İKSV’nin Radu Lupu’yu getirmek için direnebileceğini hayal dâhi edememiştim.

Ve Beklenen An Geldi:
1945 yılında Romanya’da doğmuş efsanevi sanatçı, bir anda Aya İrini’de herkesin soluksuz kalmasını sağladı. Eleştirmenler "muazzam bir tekniği olduğu ama mekanikleşmeden, lirik bir anlatıma sahip olduğu" konusunda birleşiyor. Bu konuda yorum yapamam ama Radu Lupu’nun Aya İrini’de tekrar yarattığı müziğin bir mucize olduğunu söyleyebilirim. Konser esnasında, kendimi geç saatte kapalı bir havuzun içinde yüzerken buldum. Fonda Radu Lupu’nun parmaklarından ölümsüz olanın müzik olduğu ortaya çıktı. O, her notaya bastığında daha küçüldüm/büyüdüm. Her tını kendimi her şey/hiçbir şey gibi hissetmemi sağladı, biraz daha kulaç atmayı denedim. Eve döner dönmez Kieslowski’nin Üç Renk Mavi filmini tekrar izlemeye karar verdim.


Arada arkadaşım Ebru ile Kieslowski’nin Üç Renk Üçlemesi’ni konuşmaya başladık. Benim üçleme arasında en sevdiğim Mavi. Onunsa Kırmızı imiş. O Kırmızı’dan en sevdiği sahneleri anlatırken, ben havuzun içinden çıkmayı/çıkmamayı denedim. Radu Lupu ile tarif edilemez bir yolculuğa çıktım.

İkinci Yarı: Mahler’in Makûs Talihi:

Radu Lupu bizimle hiç iletişime geçmemiş olsa bile İDSO ile muhteşem bir uyum yakaladı ve İDSO’nın her bir sanatçısı da o gece Radu Lupu ile beraber çağladı. Ancak, “solist/yıldız/star” ikinci bölüme kalmayınca izleyici de akın akın gidiyor. Hatta geçen yıl şahit olduğumuz bir türü; ikinci yarıya kalmamayı bir tür marifet sayıyor, kalanları da küçümsüyor. – Ben böyle durumlarda “tüm iyimserliğime rağmen” bunu söyleyen adına utanıyorum, başımı başka yere çevirmekten başka bir şey yapamıyorum, bunu söyleyen izleyici yerine; Klasik Müzik’ten hoşlanmıyorum diyenleri daha makul buluyorum-.

Dolayısı ile ikinci yarıyı her zaman olduğu gibi izleyici sayısı oldukça azalmış olarak izledik. Kalan şanslı izleyiciler olarak ferah ferah şef Rengin Gökmen yönetiminde, Radu Lupu’nun da vermiş olduğu yoğunlukla, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’ndan Gustav Mahler’in 1.Senfoni’sini dinledik. Mahler’in fırtınalar koparıp, haykıran 1. Senfonisi bittiğinde dışarıda yağmur nerede ise bitmişti.

Gün Sonu Notları:

İKSV gelecek senelerde Mahler çalan ünlü bir virtüöz bulamazsa; Mahler her seferinde İstanbul'da boşalmış koltuklarla dolu bir salonda hayat bulacak. Bunca insan Mahler sevmiyor olabilir mi?

Viyana’ya gideceğimiz zaman alınacaklar listesi yapmış ve Radu Lupu konser kayıtlarından oluşan, Decca’nın 06.04.2010 tarihinde çıkarttığı 10 CD’lik Radu Lupu - Complete Decca Solo Recordings’i almayı listenin ilk sırasına yerleştirmiştim. Tekrar Viyana’ya gidemediğimize üzüldüm.



Eve dönüp Mavi’yi izlerken filmi kaçıncı kez –çoğu Ka ile- izlediğimi sayamadım. Bir anda kahve ve şeker’in karıştığı o bölüm geldiğinde filmi dondurdum. Ka’nın yanına gidip sahneyi izlemesi için salona davet ettim. Ka yıllardır film festivalini bırakma sebebi olarak bu sahneyi anlatır, “bir kahve bir şekerle bu kadar mı geç kaynaşır?” der. Çok güzel bir konser sonrası, en sevdiğim filmlerden birini yine aynı itirazlarla –ve bazı itiraflarla- izlemek gibisi yoktu. Viyana’yı unuttum. Nasılsa Viyana Filarmoni de buraya gelecekti. Ayrıca Amazon’da var değil mi?


Ebru ile acilen Kırmızı’yı izlemeliyim.

38. Uluslararası İstanbul Müzik Festivalini; yıldız isimleri, Viyana Filarmoni’yi ağırlaması, protokolün yarattığı gerilime rağmen her saniyesini aklımıza kazıdığımız Adem’in Yakarışı, başlı başına Arvo Pärt ve bilet fiyatlarının pahalılığı, nerede ise her konser öncesi bizi sırılsıklam eden yağmuru ile uzun süre etkisinden çıkamayacağım bir festival olarak hatırlayacağım. Ama asıl Radu Lupu’yu izleyebilmiş olmayı kendim için çok büyük bir mutluluk olarak görüyorum.

Ve Mozart sevmeyen arkadaşlara küçük bir tavsiye:



Gülda


RADU LUPU & İDSO

Aya İrini Müzesi
5 Haziran, Cumartesi 20.00

İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası
Rengim Gökmen şef
Radu Lupu piyano

Robert Schumann
Piyano Konçertosu, La minör, Op. 54

Gustav Mahler
1. Senfoni, Re Majör "Titan"

Ara dahil 90' sürer.

Çağımızın efsane piyanistleri arasında sayılan Radu Lupu, doğumunun 200. yılında Schumann'ın piyano konçertosunu seslendirmek üzere ilk kez Türkiye'de! 1966'da Van Cliburn, 1967'de Enescu International ve 1969'da Leeds International'da birincilik ödülleri alan ve kusursuz yorumlarıyla tanınan ünlü piyanist Lupu, 1995'te "Yılın En İyi Enstrümantal Kaydı" dalında Grammy ve Edison ödülleriyle de kariyerini taçlandırdı. Salzburg ve Lucerne gibi seçkin festivallerin vazgeçilmez konuğu olan Radu Lupu bugüne kadar Berlin Filarmoni, Viyana Filarmoni, Royal Concertgebouw gibi dünya çapında saygınlık kazanmış orkestralarla ve Karajan, Muti, Barenboim gibi olağanüstü şeflerle çalıştı. Yurtiçinde ve yurtdışındaki başarılarıyla kariyerinin doruğuna ulaşan şef Rengim Gökmen'in yönetimindeki İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde ilk kez Türk dinleyicileriyle buluşacak olan Radu Lupu ile tadı damağınızda kalacak bir konser gecesine hazır mısınız?
Biletler: 150, 120, 90 TL Öğrenci: 20 TL Balkon: 200 TL


Bu yazı 27 Haziran 2010 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com'da yayımlanmıştır.

24 Ağustos 2010 Salı

UTE LEMPER-GEÇ KALMIŞ BİR YAZI


Gülda 'Nisan'da Ute Lemper geliyor' dediğinde hiçbir şekilde hangi gün, saat kaç, nerede, nasıl, kimle vs gibi sorularını sormadım, gidecektim o kadar. Sonra ne zaman izlemiştik diye düşündüm ve 9 yıl geçtiğine inanamadım. Ben Ute Lemper'i bundan tam 9 yıl önce izlemiştim ve onu izlemeden önce New York'ta Chicago Müzikaline bilet bulamadığım için gidememiş ve kendisi ile birazcık daha önce tanışma fırsatını da kaçırmıştım. 2000den bu yana hep gelmesini istiyordum, herkese seyrettiğim ve dinlediğim en iyi performanstı diye bahsediyordum. Çünkü hayatımda nadir olarak bir performasın tüm detayları capcanlı duruyordu....Belki de bu yüzden izleyeli epey oldu diyemiyordum.

Veee sonunda İş Sanattaydım....Sözlerini tek tük anladığım Almanca şarkılarla başladı ve beni ikinci dünya savaşına, okuduğum kitaplar ve seyrettiğim filmlerle kafamda oluşturduğum Almanyaya Berline götürdü...Cephelerde çalındığı zaman savaşın kısacık bir zaman durmasına sebebiyet veren Lili Marleen şarkısını ve tabii ki Mavi Meleki düşündürdü, arabesk yanım Ahmet Kayanın

Akşam olur mektuplar hasretlik söyler
Zagrep radyosunda lili marlen türküsü
Siperden sipere ateş tokuşturanlar
Karanlıkta dem tutan ishak kuşu

Şarkısını da hatırlamama neden oldu. Almanca şarkıların ne kadar güzel olabileceğini de kanıtladı.

Yolculuğuna Fransa’da devam etti...Fransa’ya yolculuk Edith Piaf’a yolculuktu kaçınılmaz olarak....Edith Piaf’ın çok akıllı bir kadın olduğundan, hayatına giren veya girdiği düşünülen Yves Montand, Charles Aznavour gibi isimlerden en güzel şarkıları alıp sonrada aşkın doruk noktasında da yollarını ayırdığını ifade etti.

İlk kişisel albümü olma özelliği içeren ‘between yesterday and tomorrow’dan söylediği şarkılar arasına yine geçmişten brel şarkıları, brecht –weill balladları ve hildegard knef şarkısı olan rote rosen’i söyledi.....

Şarkı aralarında çoğunlukla –seyirciye sorduktan sonra- Almanca konuştu. Ardından da bir gece önce Hollanda’da verdiği konserde de seyircinin Almanca konuşmasına izin verdiğini ancak konser sonunda seyircinin yanına giderek aslında anlamadıklarını söylediklerini ifade etti. Ghosts of Berlin’ ıslıklarımızla eşlik ederken de bizim Hollandalılardan daha iyi ıslık çaldığımız yönünde iltifat etti.

Bu kadar buzul bir güzellik sergilerken söylediği şarkılari tavırları, anlattığı hikâyeleri, esprileri, şarkılar arasında yaptığı geçişleri ve esprileri düşününce bana bu buzulun görünmeyen yüzünün ne kadar derin ve büyüleyici olduğunu sergiledi.

Kısacası kötü bir günümdü ancak Ute Lemper sayesinde şahane sonlandı

(Billur)

Bu yazı 18 Haziran 2009 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com'da yayımlanmıştır.

LOREENA MCKENNITH-KELTLERİN ELÇİSİ-13.06.2009



13.Haziran.2009 akşamı Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu şaşırtıcı bir biçimde doluydu ve ben arkadaşlarımla İKSV'nin düzenlediği konserler ve etkinlikler silsilesinin 2009 yılındaki ilkini yaşamaya başlayacaktım. Yine aramızda en son ne zaman Loreena Mckennith'ı dinlediğimiz hakkında derin tartışmalar yaşadık..13 yıl önce imiş...Bu tespit kesinleşince yılların su gibi geçtiğine, daha geçen yıllarda seyretmiştim dediğim herkesin en az neredeyse bir önceki neslin doğum sancıları çektiği dönemlerde geldiğini anladım ve yaşlanmakla ilgili kötü düşünceler etrafımı sarıverdi...Ancak bu kötü düşünceler bir süreliğine ud, arp, kemençe ve darbuka seslerinin eşlik ettiği müzikleri dinlerken dağıldı ve hüznümü daha katlanılır ve daha anlamlı başka bir yola koyuverdi.


Açıkça itiraf etmek gerekirse Loreena Mckennith'ın müziğini değişik bulmakla birlikte özel bir hayranlığım yok, hatta çok uzun bir süre dinleyemediğimi de itiraf etmeliyim ancak sanatçı olarak seyirci ile iletişimi, her şarkının hikayesini anlatışı, Türkçe'nin güzel bir dil olduğundan bahsetmesi ve klasik de olsa bazı kelimeleri sarfetmesi çok hoşuma gitti . Konserde söylediği çoğu şarkı An Ancient Muse albümündendi ve ben özellikle Gates of İstanbul ile Caravanserai adlı şarkılarını sevdim. Caravanseari adlı şarkısını, Türkiye'de Keltlerin izlerini ararken kervansaray kavramı ile tanıştığını ve insanın evinin sadece uyuduğu, eşyalarını sakladığı bir yerden çok öte anlamları ifade ettiğine dair düşüncelerin etkisinde yazdığını anlattı şarkı öncesinde...Ev ile yuvanın farkını düşünmüş olmalı..

Keltlerin izlerini ararken yolunun Ankara'ya düştüğünden bahsetti...Gordion'u gezdiğini anlattı...Bu ifadeler bana kendisinin yorulmaz bir Kelt takipçisi ve elçisi olduğunu düşündürdü...Yolların, izlerin,köklerin takipçisi bir müzisyen kadın....Yolların, izlerin ve köklerin yansımaları olan bir müzik...Nereden geçtiyse oradaki tınıları içine katan ve çoğalan...Belki de bazı şarkılarda bir atın sırtında saçlarım rüzgarla savrulurken dörtnala gidiyor hissi duymam da bundandır..Yollarımı aşmak, izlerimi bulmak ve köklerime inmek için....Sanırım Loreena Mckennith de tüm bu izleri ve kökleri için yolculukları kendi içine doğru bir yolculuğa mihmandarlık ettiği için yapıyordur...

Düşünceler..Düşünceler....Duygulanımlar...AA! O da ne?! Son Şarkıya Geldik mi?

Loreena Mckennith konserini Never Ending Road ile bitirdi..Bis'i ise Time To Go Evora adlı yani Nilüfer'in ete kemiğe büründürdüğü Çok Uzaklarda ile yaptı. Bir daha gider miyim? Evet giderim....

İyi Yolculuklar
Billur

Bu yazı 18 Haziran 2009 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com 'da yayımlanmıştır.

MELODY GARDOT -GELECEĞİN YENİ DİVASI (MI)?-07.07.2009


Sanat Aktiviteleri Danışmanım Gülda Melody Gardot'yu dinlemeye gitmemizi söyleyip duruyordu. Ama ben biraz hevessiz davranıyordum ki aslında Caz Festivallerini daha önce hiç dinlemediğim, bilmediğim sanatçıları da öğrenmek ve dinlemek için en iyi yollardan biri olarak benimsediğim ve her zaman yeni sanatçılara yöneldiğim ve hiç de pişman olmadığım halde yanıtsız bırakıyordum sürekli Gülda'yı. Bunun nedeni de önce Depeche Mode (mide kanaması) Joe Sample(kalp spazmı)konserleri ertelenince moralim bozulmuş, Leonard Cohen'e de bir şeyler olur mu [şeytan kulağına kurşun ama adam da yaşlı ....!) endişesi ile gezindiğim günlerdi ve bu nedenle de pek kulak asmıyordum. Gülda beni ikna etmek için bir gün bir lokantada duyduklarını ve "kim bu ses?" dediklerini ve soruşturduklarını ve Melody Gardot olduğunu keşfettiklerini söyleyince "pekiyi" dedim. İyi ki de demişim.

Melody Gardot 1985 yılında doğmuş bir Amerikalı sanatçı.19 yaşında bisikletiyle gezerken bir araba çarpmış (Gülda iyi ki bisiklete binmeyi bilmiyoruz). Bu kaza sonucunda leğen kemiği kırılıyor, beyin sarsıntısı geçiriyor ve kavrama (kognitiv) bozukluğu oluşuyor. Bunun yanında ışığa ve sese karşı da aşırı duyarlı hale [Gülda bu sanırım sürekli siyah gözlük takmasını açıklıyor.(Anlaşılacağı üzere Gülda ile arada epey dedikodusunu yaptık)] geliyor. Kazadan önce piyano çaldığı için (konserde 16 yaşında çalmaya başladığını söyledi)doktorlar müzik terapisi öneriyorlar ve bu terapinin ardından söz yazarı ve solist olarak yeteneği açıkça ortaya çıkıyor.

Dün gece sahneye siyah tayt çorap üzerine fırfırlı bir etek ve beyaz gömlekle çıktı, başında tavus kuşu tüyü olan bir şapka giyiyor ve siyah gözlük takıyordu. Elinde de bir baston vardı. Gerçekten hoş görünüyordu. Sahne denizi arkasına almış olduğundan oturduğum yerden kısmen de olsa mehtabı yakalıyordum [Tabii bunun kötü yanı arkadan geçen boğaz teknelerinden arada sırada yükselen "hayaat beni neden yoruyosun" ya da "hade hade hadeee" gibi nitelikle şarkıların sesinin bir anda patlaması oluyor!).

İlk şarkısına gitarı ile başladı ve sonrasında piyanonun başına geçti. Bu esnada da seyirciyi avucunun içine alacak sözlerini söyledi: İstanbul'un şu ana kadar gördüğü en güzel yerlerden biri olduğunu ve görülecek daha güzel şeyler kalmadığında ölüneceği anlamına gelen bir deyişi hatırladığı için de bu deyişin gerçekleşmesinden endişe duyduğunu ifade etti. Sanırım ilk 3 şarkı ancak bitmişti ki sahneden ayrıldı...Bu da nedendi? Aha...Ezan vakti idi.

Daha sonra bir ara Türkçe bir kaç kelime öğrendiğinden ama unuttuğundan bahsetti,"good night" nasıl denildiğini sorunca önlerden bir dinleyici söyledi ve biz seyircilere söyleceği şarkının kendisi ve orkestrasından "iyi geceler" dileğini yansıttığını belirtti. Ayrıca gittiği her ülkede bazı kelimeler öğrenmeye çalıştığını ama hep kendisine kötü sözler öğretildiği de ekledi. Neyse bunun sadece Türklere has olmadığını duymak hoşuma gitmedi değil doğrusu.



Çocukluğunda kendisini büyükannesinin büyüttüğünü anlattı ve sigara içişini taklit etti. Bir başka şarkısının öncesinde aşka dair konuştu ve kendisinin kalbinin kırılmasına yol açan aşklara bağımlı olduğunu,bu ayrılıkların iyi tarafları bulunduğunu,bu durumda olan birinin yemeğe çıkarıldığını, yatakta yer açıldığını ve horlamadan kurtulunduğunu ekledi.

Konserde daha çok son ve ikinci albümü olan My One and Only Thrill adlı albümünden şarkıları seslendirdi. Ayrıca 'Somewhere Over The Rainbow' ile 'Ain't No Sunshine' şarkılarını da çok hoş bir caz yorumu ile söyledi. Her ne kadar kendisi Norah Jones ve Madeline Peyroux ile kıyaslansa da itiraf etmeliyim ki konser performansı her ikisinden de iyiydi ve Norah Jones'tan daha kuvvetli bir yorum yeteneği olduğunu, ses renginin benim kulağıma daha hoş geldiğini ve Norah Jones'ta zaman zaman insanı sıkan tekdüzelikten eser bulunmadığını düşünüyorum. Henüz erken ama bence geleceğin yeni divası olabilir gibime geliyor.




Konserin bitiminde cdlerinin satışa sunulduğu standda albümlerini imzaladı (sıraya girmeyen önüme kaynak yapan bir sürü insana söylendim durdum) ve iki albümünü de aldım ve herkese de tavsiye ediyorum. Gülda ile Yonca resim çektirmişler ben İKSV'de görev yapan bir arkadaşımdan Gülda için Leonard Cohen'in kaldığı oteli öğrenmeye çalışırken....Öğrenebildim mi? Hayır! Melody Gardot ile resmim var mı? Hayır!

Ancak gene de Gülda'ya binlerce teşekkür....Çok hoş bir akşamdı ve yeni bir sanatçı keşfettim sayesinde.

Sevgiler
Billur


Bu yazı ayseninkitapkulubu.blogspot.com 'da yayımlanmıştır.

SANTANA 06.07.2009 İSTANBUL KONSERİ

Datça tatilimi 4 günle sınırlamamın en önemli nedeni Santana'nın 19 yıl aradan sonra 06.07.2009'da İstanbul'da vereceği konserdi ve 19 yıl önce gidememiştim. Biletleri tam 2.5 ay önce satın almıştık.



Konser mekanının Kuruşçeşme Arena olması beni her ne kadar önceden sıkıntıya soksa da Santana'yı kaçırmak istemiyordum. Nitekim konser mekanı olan Kuruçeşme Arena ses düzeyinin kötü olması, sahnenin sadece önden görülebilmesi, dağınıklığı, arenanın ortasına kurulmuş olan ve uzun boylu olanların bile sahneyi görmesini engelleyici ne amaca hizmet ettiği belli olmayan -olsa da bana saçma gelen- garip kütle, konserin iki küçük ekrana yansıtılması ve birinin görüntüsünün kötülüğünden ötürü zaman zaman Santana'nın bıyığının görünmemesi gibi hususlarla bu sıkıntımın ne kadar haklı olduğunu bana bir kez daha kanıtladı.Konserin başında önümde duran devasa boyutlardaki bir şahsın bir süre sırtını seyrettim [sonradan bir ara bu şahıs gidince esinti çıkıntı!]. Etrafa bakındım. Zıpladım. Zaten trafik nedeni ile ilk şarkının bitiminde girdiğimiz konsere bir süre konstantre olamadım....Konserde yaş oranı da bence yüksekti, gençler vardı ama eski hipi dönemleri temsil etmiş olan ağır ağabeyler de benim gözüme çarpanlar arasındaydı.

Santana konsere Maria Maria adlı şarkısıyla başladı ve sonrasında Gülda'nın deyimiyle "popüler" şarkılarla devam etti. Ben ise havaya "A Love Supreme", "Black Magic Woman", "Oye Como Va" ile girebildiğimi itiraf etmeliyim. Konseri en sevdiğim şarkılardan biri olan Smooth ile bitirmesi [Supernatural albümünde yer alan ve zamanında Grammy ödüllerine boğulan ve yılın şarkısı seçilen Smooth'un yer aldığı bu albüm çok iyidir.Sanırım 1999 idi) ve bisin ardından ise "Jingo " ve " Corazon Espinada" şarkısıyla çalması beni mutlu etti açıkçası. Özellikle Jingo çalınırken sahnenin yanında olan kimi zaman Santana'nın eski ve yeni dönem görüntülerinin yer aldığı barkovizyondan Afrika kabilelerinin danslarının gösterilmesi benim çok hoşuma gitti ve bu duygumun yoğunluğu ile de konser bitiverdi.



Dünyanın 100 gitaristi arasında gösterilen ve bana göre müziği ile her döneme ayak uydurabilen Carlos Santana'yı İstanbul'da dinlemek gerçekten güzeldi...

Sevgiler
Billur

Bu yazı 08 Temmuz 2009 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com 'da yayımlanmıştır.

SMV-STANLEY CLARKE-MARCUS MILLER-VICTOR WOOTEN "BAS'IN ÜÇ DELİSİ"-08.07.2009

Dün akşam son dönemlerde izlediğim ve dinlediğim en iyi konserlerden birindeydim: Stanley Clarke, Marcus Miller ve Victor Wooten :S(arhoş edici)M(utluluk verici)V(urucu)bir üçlü!

Konser bir seyircinin talihsiz bir şekilde fenalaşmasından dolayı 15 dakika kadar geç başladı ve tüm AçıkHava tıklım tıklım doldu. Ender sigara içmeye gittiğinde bir çiftin " Yarısına kadar bazıları çıkar,kalabalık hafifler zira çoğu davetli vs'dir" demiş ancak kimseyi en azından dikkat çekecek şekilde görmedim ben.

SMV konsere 2008 yılında piyasaya sundukları "Thunder" albümlerinin açılış parçası "Maestros de las Frecuencias Bajas" ile başladı ve ardından hemen albümün ikinci parçası olan "Thunder" ve sonrası ile devam ettiler. Dördüncü parçanın bitiminde Victor Wooten "aldı eline sazı/bası" ve -halen ne yaptığına/nasıl yaptığına kafa yoruyorum- ve ve ve..."çalmak" kelimesi zayıf kalacağından bu cümlenin devamını getiremiyorum. Ancak en son gördüğümde gitarı kulağının arkasından çevirip tekrar aynı hızla çalmaya devam ediyordu.....Ben itiraf etmeliyim ki Wooten'ı ilk defa duydum ve dinledim ve büyülendim...Evdeki klasik gitarımı da -bir zamanlar naçizane ders alıp çalmışlığım vardı- saklama ve bu konuda da kimseyle bir daha konuşmama kararı aldım.Victor Wooten 3 yaşında çalmaya başlamış ve aşmış....Solusunu bitirdiğinde kopan alkış tufanının ardından "İstanbul'a ilk kez geldiğini ve çok sevdiğini söyledi ve kendilerinin 3 deli basçı olduklarını ve şu andan itibaren daha çok delicereceklerini" ifade etti.

Daha sonra sahneye bir kontrbas geldi ve Thunder albümündeki ve benim son zamanlarda duyduğum en iyi Sezen Cumhur Önal deyimiyle duygusal bir çalışma olan Milano'nun çalınacağını anladım. Ancak bu parçaya geçmeden Stanley Clarke bir iki parçaya kibarca eşlik etti ve ardından bir ara gözlerimin dolmasına sebebiyet verecek olan performasına başladı....Bir ara kontrbası çevirecek ve bas gitar olarak çalacak sandım!!! Bitirince gidip o kocaman ellerini öpeyim, sarıp sarmalayıp saklayayım diye düşündüm! Kocaman elleri diyorum çünkü 1.90 boyu ve palet gibi elleri ile Stanley Clarke bir müzisyenden daha çok bir basketbolcu görünümünde biri.Slap tekniğinin [ Slap tekniği 60 lı yılların sonlarına doğru "Larry Graham" tarafından icat edilmiştir. Bu teknik tokat anlamına gelen "slap" sözcüğünden gelmektedir. Üstteki tellere başparmak ile vurulur (tokatlanır), alttaki teller ise işaret parmağının alttan çekilmesi yöntemiyle "patlatılır"] temellerini atan bir efsane olarak anılıyor. [Pardon Canan Tan etkisi]Özellikle 1976 yılında yayınladığı School Days basın milli marşı olarak nitelendiriliyor ve kendisi de bir röportajında "eğer bas öğrenmek isteyen biri var ise bu parçayı çalmayı öğrenmeli " demiş.

VEEE Marcus Miller...Miles Davis ile çalma ayrıcalığını elde etmiş, sevimli, sahnede sürekli gülen bir usta...Başında siyah fötr şapkası ile çıktı her zaman olduğu gibi..Bir ara bas klarneti ile duyduğum en güzel "When I fall in love"ı yorumladı. ki...Bir insan nasıl bu kadar yetenekli olur diye düşündüm.


SMV bis için sahneye çıktığında herkes ayaktaydı ve "Beat It" çalarak Michael Jackson'ı da andılar biz tüm Açıkhava eller yumruk olmuş Just Beat It diye bağırırken....ve sonunda bir frizbi çıktı ortaya ...imzaladılar....fırlattılar ve yanımdaki kız kaptı...ben nasılsa buraya kadar gelemez diye olumsuz düşünmüştüm şimdi düşünüyorum da zıplayıp, insanların boyunlarını kırıp almalıydım o frizbiyi.. Sonra kıza resim çektirebilir miyiz dedim ve bütün konser boyunca kıvırcık saçları ile benim omuzumu gıdıklayan ve böyle yoğun bir ortamda benimle omuz omuza vererek konser dinlemiş bu kız hiç oralı olmadı..İnşallah kaybeder!!!!!!Kırılır!!!!! İmzalar silinir!!!!

Sevgiler
Billur

Bu yazı 09 Temmuz 2009 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com'da yayımlanmıştır.

BRAD MEHLDAU -ÇIĞIR AÇAN CAZ PİYANİSTİ-13.07.2009

Dün akşam Brad Mehldau'nun Cemal Reşit Rey'de verdiği (ikinci) konsere gittik, Gülda ile. İtiraf ediyorum daha önce hiç duymamıştım; Gülda'nın beni ikna etme turları yine bir zaman aldı. Ben de "ben caz piyanistleri açısından Oscar Peterson'da kaldım [ şaka şaka...Birazcık Chick Korea, Keith Jarrett dinlemişliğimiz var...Hay Allah onlar da yeni dönem sayılmaz sanırım!] ve bu 1970 doğumlu adama ulaşmam zaman alır " diye onu oyalayıp durdum ama dün akşam konserdeydim kaçınılmaz bir yazgı olarak...

Açıkçası biraz yorgun olduğum biraz da hiç dinlememişliğim nedeni ile Radiohead yorumuna kadar daha çok Brad Mehldau'nun sahnedeki hal ve tavırlarına takıldım. Bize sunduğu performanstan önce bir konser daha vermişti -Brad Mehldau Trio- ve sahneye çıktığında biraz yorgun görünüyordu, kıyafeti buruşuktu, elleri terledikçe kullandığı ve yere attığı bir siyah havlu vardı ki zaman zaman ağzını da siliyordu. Her eserin bitiminde selam verişi bende bir pederin her dua sonrasında ellerini kavuşturarak şükranlarını sunması hissini uyandırdı.


Brad Mehldau yukarıda da ifade ettiğim gibi 1970 doğumlu bir caz piyanisti ve caz eleştirmenleri tarafından 1960'lardan bu yana caz dünyasına giren en yaratıcı piyanist olarak tanımlanıyor. Bill Evans’tan etkilendiği ve onun izlerini taşıdığı ifade ediliyor ki bir röportajında buna katılmadığını ifade etmiş. Ayrıca ağır bir eroin bağımlısı olduğu bir dönem var hayatında. Dört yaşında piyano çalmaya başlıyor ve ağır bir klasik müzik eğitimi görüyor.

Brad Mehldau'nun hal ve tavırlarının yanısıra sahnedeki performansına gelince bence -işin uzmanı olmamakla birlikte- "virtüözün kendi yorumu" denilen katkıyı Brad Mehldau çalarken duymanın yanı sıra görüyorsunuz da. Sol ve sağ elini kullanış biçimi ve belki de birden çok notayı aynı anda ve paralel bir biçimde çalması nedeni ile olabilir sanki iki ayrı eliyle iki ayrı eser çalıyor hissi uyandırıyor insanda ve sonra bu iki el birbirleri ile birleşiyor, ayrışıyor ve yeniden tek bir parça haline gelip parçayı bütünlüyor. Bu evreleri görebiliyor, duyabiliyor ve hissediyorsunuz. Buna rağmen konser bittiği zaman gene de pek bir coşku içinde değildim . Hiç dinlememiş olduğum bir müzisyene -ne kadar iyi olursa olsun ve müzik aleti de piyano ise ve caz çalınıyorsa- ısınmak benim için bir anda kolay olmuyor.

Ancak eve giderken düşündüm; Brad Mehldau'yu bu kadar dinleyici, müzisyen ve yorumcu göklere çıkarıyorsa o zaman daha dikkatli dilemeli ve anlamaya çalışmalıyım dedim kendi kendime. Eve gidince internetten -özellikle Radiohead- yorumladığı eserlerden bir kaçını dinledim. Sonuç : Radiohead'in Paranoid Android ile Everything in its Right Place ve bir de When It Rains yorumu hoşuma gitti ve albümlerini alıp dinlemeye karar verdim. İlk olarak da kendisinin de ilk albümü olan "Introducing Brad Mehldau (1995)" albümünden başlamaya karar verdim...


Hepinizi gelişmelerden haberdar etmek üzere....

Sevgiler
Billur

Bu yazı 14 Temmuz 2010 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com ' da yayımlanmıştır.

EMILIANA TORRINI KONSERİ-EMEK SİNEMASI FACİASI- 15.07.2009


Dün akşam -tabii ki Gülda ile- benim deyimimle kod adı "Fabiani" (çünkü önce soyadını bu şekilde anlamıştım ve internette de araştırınca Fabiani diye bir ayakkabı markası,bir futbolcu ve bir de porno yıldızı olduğunu öğrendim) olan Emilina Torrini'nin konserine gittik. Gülda'nın beni ikna etmesi uzun sürmedi zira artık direnecek gücüm kalmamıştı. Ben Emiliana Torrini'yi de -burasını da itiraf.com sitesine döndürdüm ama- ilk defa dinleyecektim [Kardeşim sen de herşeyi ilk defa dinliyorsun,buna rağmen amma da ahkam kesiyorsun diyenlere hiç lafım yok! Ama ne yapayım; bilmemek değil öğrenmemek ayıpmış>]

Biz iki atlı, konser akınımızın sonuncusuna doğru giderken çocuklar gibi şendik çünkü "İstanbul Modern'de konser ne kadar hoş olacak" diye düşünüyorduk ki.... Kapıdaki görevli "Konser ertelendi, Emek Sineması'nda olacak" dedi. Bu bizi yıldırdı mı? Hayır! Önce Tokyo Restaurant'ta (Peyman'ın sunum gecesinin hala hafızamızda bıraktığı tatlı anıların etkisi ile) yağlı bir yemek yedik ve konser saatine 10 dakika kala Emek Sineması'na vardık. Tabii ki yerler numaralı değildi ve İKSV'den tanıdığımız arkadaşımız Harun bize "Üst katta daha iyi yerler var" deyince ikiletmedik ve oraya doğru seğirttik ve hemen girişte bir yere oturduk.



Konser başlamıştı....Emiliana'yı göremiyorduk...Ne konuştuğunu da anlamıyorduk...Şarkılar -duyabildiklerim- güzeldi.. Sahneye beyaz bir elbise ve ÇİZME ile çıkmıştı. İkinci şarkıdan itibaren biraz sıcaklık artmıştı ama daha o dakikalarda "ısınan hava yükselir yükselince de yukarıya yakınsanız öle yazarsınız" kısmına gelmemiştik. Bir ara Emiliana Torrini de sıcaktan şikayet ederek "Bu sıcakla nasıl başediyorsunuz, birazdan eriyeceğim, bem İzlanda'dan geldim..." diyordu...

Fakat ışıklandırmanın düzensizliği, ses düzeninin kötülüğü, sürekli kendine oturacak yer bulmaya çalışanlar, sıcaktan soyunanlar, sürekli yelpazelenenler ve bu devinimin yaydığı ekstra sıcaklık bende hemen konsantrasyon eksikliği yarattı ve çantamdam çıkarıp "Mal Rejimleri" kitabımı karıştırdım. Bu esnada dinleyicilerden biri "Klima Klima!" diye çığlık atıyordu!Baktım ki Gülda da Sartre'ın yeni aldığı kitabı "Varlık ve Hiçlik' e göz atıyor.

Hala direniyoruz, dinlemeye çalışıyoruz...Ancak artık "bir varoluş mücadelesi" veriyoruz...Ya var olacağız ya da hiçliğe dahil olup yiteceğiz!!! Çünkü erime noktasına ulaşmak üzereyiz...Bakışıyoruz:"CDsini alalım ve dinleyelim" ortak kararı ile çıkıyoruz salondan...Alt kata bakıyoruz, serseri mayın gibi dolanıyoruz, biraz masaların olduğu yerde oturuyoruz, Gülda bana Emek Sineması'nda Yonca ile göz yaşı akıttığı filmden bahsediyor, ben ise "yüzyıldır gelmemişim buraya diye düşünüyorum... imzalı CDsini satın alıp ayrılıyoruz.

Hava muhalefeti nedeni ile konserin Emek Sinema'sına alınması yapılan en büyük hata oldu....Herkes konseri İstanbul Modern Sanat Müzesi'nin bahçesinde yağmura rağmen dinlerdi...Ya da eminim sahneyi ve kısmi olarak seyircileri koruyacak branda vs ile çözüm bulunabilirdi diye düşünüyorum. Ancak sanırım alt katta oturanlar daha iyi konsantre olduğundan ve ona daha yakın bulunduklarından ötürü havaya girebilmişlerdi gibime geldi..

Gelelim Emiliana Torini'ye.....Kendisi İzlandalı bir şarkıcı Yüzüklerin Efendisi: İki Kule filminin sonundaki jenerikte çalan "Gollum's Song" ile ün yaptı (bakın bunu biliyorum). Ayrıca Jungle Drum şarkısını da öneririm çok eğlenceli..



Görüp dinleyebildiğim kadarı ile çok sıcakkanlı ve sevimli bir sanatçı...Sürekli espri yapıyor ve gülümsüyordu... Bir ara şarkı sıralamasında şaşırdı ve zaman zaman orkestrasıyla arasında iletişimsizlik oldu sanırım ama bu beni kuruntum da olabilir pekala...Peki Emiliana Torini'yi bunun için suçlayabilir miyiz? Hayır! Ne yapsın..Cehennem'de şarkı söylemeye çalışıyordu.

Konser tarihimize Emek Sineması Faciası olarak geçen günün ardından CD elimizde İstiklal Caddesi'nin kalabalığına karışıp evlerimize doğru yola çıkıyoruz.....

Sevgiler
Billur

EMILIANA TORRINI (EMEK SİNEMASI)KONSERİ GÖRSEL NOTLARI:

Caz Festivali süresince en sevdiğimiz ve Leonard Cohen’in İstanbul’a gelişi ile ilgili tüm bilgilere sahip olmasına rağmen, ser verip sır vermeyen "arkadaş"ın, bize tüm iyi niyeti ile ve çaresizlik içinde tavsiye ettiği yerden sahnenin görünümü:


Konser esnasında izleyicinin; sıcaktan erimekle, konseri izlemeye çalışmak arasında kalışı esnasındaki görünümü:


Dizine kadar gelen kışlık çizmeleri ile konserde şarkı söylemeye çalışan EMILIANA TORRINI’nin görebildiğimiz son hali:



EMILIANA TORRINI konserini sıcak ve en önemlisi nefes alamamak sebebi ile terk eden izleyicinin (telif sorunu olmasın, kimse itiraz etmesin diye herhangi bir değil her daim konser fotoğraf sujesi ve benim pozlama objem olan Billur) nefes alma hali:


Sizleri yeterince neşelendiremedik ise;

Hey i’m in love
……
Hey it’s cause of you
The world is in a crazy hazy hue
My heart is beating like a jungle drum

Yes i’m in love




Gülda

Bu yazı 16 Temmuz 2009 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com ' da yayımlanmıştır.

LEONARD COHEN KONSERİ 4 UYKU SONRA



EVVEL zaman içinde kalbur saman içinde bir küçük ergen kız varmış....Bu kız dinlediği pek çok şeyin arasında tok sesli bir adamı da dinler imiş...Bu adamın adı LEONARD COHEN imiş....Bir gün yıllar sonra bu kızın Gülda adında adama heyran bir arkadaşı olmuş...Yıllar ve yıllar geçmiş....Bir gün aralarında konuşurlar iken sormuşlar birbirlerine "acep Leonard Cohen gelir mi konsere şehr-i İstanbul'a" Sormuşlar ammaaaa hiç ses soluk olmayacağını bilir imişler...AMA bir gün Gülda muştulu haberi vermiş...Leonard Cohen geliyormuş hem de 4 gece uyuyup kalkacak ve karşısında onu görecekmiş artık bir zamanların küçük ergen kızı.....


Evet bir masalın gerçek olması için tam tamına 4 KOCAMAN uykunun dehlizlerinden sıyrılarak, te kalkıp Datça'dan gelmiş küçük kız ve Açık Hava'da yerini almış 05.08.2009 gecesi... ve Leonard Cohen ona elini uzatmış ŞARKILARIN KULESİ'NDEN ve o da tırmanıvermiş o kuleye hiç sektirmeden..............Ve demiş ki Leonard Cohen "sahip olduğumuz herşeyi sana/size vereceğim (z).


Leonard Cohen "Dance me to the end of love" ile şarkılarını söylemeye başlamış, 15-20 dakikalık bir ara haricinde 3 saate yakın gerçekten nesi var ise sunmuş...Bazı şarkılarını diz çökerek, bazı şarkılarını sahnedeki diğer müzisyenlerinin gözlerinin içine bakarak söylemiş...Zaman zaman çaresizlikleri, yarım kalmışlıkları ifade ederken dizlerini bükmüş, diz çökmüş... Bu anlarda kızın içine sahneye koşup onu doğrultmak ve bu kırılganlıktan kurtarmak isteği dolmuş..Kuledeki kendisi dahil tüm müzisyenler -saksafon, mızıka çalan uzun boylu ve beyaz şapkalı hariç - takım elbiseli ve fötr şapkalı imiş...Leonard Cohen'in sahneyi paylaştığı müzisyen arkadaşlarını tanıtması, onlara duyduğu saygıyı gerçekten izleyiciye yansıtabilmesi çok hoşuna gitmiş kızın...Kuledeki tüm müzisyenler özellikle de Barselona'lı gitarist Javier Mas'ın zaman zaman İspanyol zaman zaman da gitarı ud gibi yorumlaması ile doğu ezgileri kattığı soloları da Who by Fire ve Take this Waltz'a bir başka tat vermişmiş..


Kız düşünüyormuş Leonard Cohen'in her söylediği şarkıda sanki hayatından bir parça, kişiliğinden ve yaşadıklarından bir iz bulmak ve şiirlerinin büyüsüne kapılmamak mümkün değilmiş...Depresif , melankolik, yarım kalmış, sol duruşu olan, Yahudi geçmişine atıfta bulunan karmaşık ve gizemli bir adammış....

Sonra sırasıyle kuleden göğe Suzanne, Everbody Knows, Hallelujah, I'm Your Man, First We Take Manhattan'ın notaları erişmiş....Önceleri bulutlu olan gecede hafif bir rüzgar çıktı, beyaz küçük bulutlar telaşlı telaşlı kaçışmışlar...Kız başını göğe kaldırmış ve o an bir yıldız kaymış...Kız dilekte bulunmuş....Dolunay gökte yükselmiş ve tüm haşmetiyle geceye selam ederken Famous Blue Raincoat'un notaları göğü kaplamış....Kız artık mesutmuş...Bu çok sevdiği şarkıyı canlı olarak dinleyebilmişmiş çünkü...

Her güzel şey gibi bu masalın da sonu gelmiş; kız huşu içindeyken " İyi geceler sevgili arkdaşlar(ı)m Umarım tatmin olmuşsun(uz)dur...." demiş ozan Leonard Cohen. Kız cevap verecek gibi olmuş ama kule boşmuş....Sırtına Mavi Yağmurluğunu atmış ve kuleden ayrılmış...

Kız ermiş muradına...Sizler çıkın kerevetine......

GERÇEK HAYATTAN İZLENİMLER VE YAŞANANLAR...

Gerçekten de sahneye çıkıp şu çınarı sarayımi naifliği hiç bozulmasın diye içimden geçirdim ama sıkardı azıcık zira Gülda beni öldürürdü...Yerimden kıpırdayamadım...

Her konsere takım elbise ile giden Ender bu konsere kotla gelmişti...

Konserin henüz başında hop oturup hop kalkan ve sürekli alkış tutan Gülda'yı azarlayan terbiyesiz bir bey vardı...Gülda özür dileyince iyice yüreklendi ve çığırdı....

Webb Sisters ve Sharon Robinson ve diğer tüm orkestra çok hoştu...Zaman zaman kol kola girip dans ettiler, zaman zaman parende attılar... Özellikle Sharon Robinson'ın söylediği Booggie Street ile Webb Sisters'ın söylediği If it be your will gerçekten etkileyici idi..

Şu ahir ömrümde Leonard Cohen'i dinlemek çok güzeldi....İşin aslında muhasebecisi onu dolandırdığı için bu konser turuna başladığı söylense de Gülda ile ortak kararımız şudur ki muhasebeciye teşekkür mektubu yazacağız. Ayrıca başka dinlemek isteyip de gelmeyen sanatçıların listesini vereceğiz.

Muhasebeciye , Gülda'ya ve tabii ki Leonard Cohen'e sonsuz teşekkürler...

Sevgiler
Billur

Bu yazı 07 Ağustos 2010 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com'da yayımlanmıştır.

LEONARD COHEN İLE İKİ GÜNÜN ARDINDAN



Bölüm I: Aslında Anlatmam Gereken:

Size konserde L.Cohen ne söyledi, ne kadar kibardı, zarifti, Açıkhava hiç bu kadar kalabalık olmamıştı ve böyle seyirci kitlesini görmemişti, nasıl kibarca eğildi, mütevazı bir şekilde diğer sanatçılarını selamladı, nerede ise her şarkıda herkesin ruhu titredi kısmını anlat(a)mayacağım. Çünkü hem zaten günlerdir tüm gazete ve dergilerde bunu okuyoruz veya zaten sadece bunu konuşuyoruz. Ayrıca gidemeyenler için ya önemsiz/kıskançlık verici, gidenler için ise söylenenler hep yetersiz. Ve ben de hiçbir zaman bu yazıyı çok beğenmeyeceğim çünkü aslında hep daha fazlasını anlatmak istiyorum ve cümlelerim yetmiyor. Kısaca her iki konser de fazlası ile iyiydi. Bundan sonrası tamamen Cohen komasına girdiğim için sayıklamalarım.

Bölüm I Öncesi: Kim Daha Takıntılı Olabilir?

Hayatımın son 22 senesinde bana eşlik eden beş değişmeze sahibim. Her pazar saat 12:00 de annem ve babam ile telefonda konuşmak, Yonca, Leonard Cohen dinlemek, Kısa Camel, Efes Pilsen bira. Son 15 yılda Ka ve birkaç takıntı daha ekledim listeme. Belki sigarayı ve birayı bırakabilirim ama diğerlerinin hep benimle olmasını diledim ilk konserde yıldız kaydığında.


Bölüm II: Konsere Giderken:

Konsere giderken dizlerim titriyordu. Ne giyeceğimi, hangi şapkamı takacağımı günler öncesinden planlamış olmama rağmen, son dakika da yine olası tüm kıyafetlerimi deneyip, Ka’ya hepsini tek tek gösterdim. Sanırım bir an önce benden kurtulmak istediği için ne giydiysem hepsini beğendi, şüphelendiğim de ise bir ya da ikisini daha fazla övdü ve ben de sonuçta, yine günler önceden karar verdiğim kıyafetim ile gittim. Tabiî ki konser öncesi hiçbir şey yiyemedim, kalbimse yine fazla atıyordu ve sebebi ise içtiğim kahveler değildi bu seferlik.


Bölüm III: Konser Başladığında:

Konsere giriş ve yerlerimizi oturma anı biraz hızla gelişti ve saat 21:00 olduğunda ise L.Cohen “Dance Me to the End of Love” ile hepimizden önce yerini almıştı. Evet, itiraf ediyorum, Cohen sahneye ilk çıktığında ayakta alkışladım ve bir anlığına yerime oturamadım, şarkı bitmeden önce de yerine oturamamış olan birkaç seyirci için tekrar ayağa kalkmak zorunda kaldım, sonra da arkama dönüp arkamdakilerden özür diledim tüm içtenliğimle ve özür dilediğim anda arkamda oturan şahıs birden bire bana bağırmaya başladı. Benim yüzümden hiçbir şey göremediğini, artık yerime oturmam gerektiği konusunda son derece kaba bir şekilde söylendi. Ne diyebilirdim ki? Aslında arada, o kaba çocuğun kız arkadaşına dönüp; sen bunu hemen bırak, bu kadar nezaketsiz biri ile olmak için çok güzel ve akıllı görünüyorsun diyecektim ama yeni edindiğim felsefem gereği –bunun da birçoğunu Cohen’den öğrendim- artık şikâyet etmeyeceğim ve kimseyi kırmayacağım. Çünkü şikâyet etmek ve bir başkasını kırmak çok ama çok kolay ve bununla kendini beslemek her ne kadar tatminkâr olsa da çok ama çok akılsızca. Sadece biri özür diledikten sonra bu kadar olay çıkartmanın çok yanlış olduğunu söyleyebildim ve söylerken de sesim çok titredi. Ama eski alışkanlıklar gereği, birkaç parçada ayakta alkışlamadan önce arkamı dönüp, izninizle ayağa kalkacağım diyerek kendimce şirretlik yaptım. Sonra da buna hiç gerek yoktu diyerek pişman oldum. Sanırım daha iyi/mutlu biri olmam için benim de bir Budist tapınağında en az beş yıl geçirmem gerek veya bir gün bir aracın krom çamurluklarından yansıyan güneşi görüp huzur dolabilecek kadar asıl kendimle ve sonra da çevrem ile barışabilmem. Ama o an gerçek ruh halimle ne yapabilirdim sorusunun cevabı ise; Albert Camus’nün Yabancı’sından esinlenme ile başıma güneş -Cohen- geçti o sebeple ölürdüm o arkadaki genci diyebilirim.


Bölüm IV: Kimseyi Öldürmediğim İlk An:

Bir süre sonra her şey ve herkes kayboldu. Sahnede Cohen ve ben yalnız kaldık ve bu an itibariyle, yine birçok soruma cevap buldum. Cevapları ezbere bilip hiçbir şey yapamadığım sorunlarla da başbaşa. Ne yapacağız diye düşünürken, L. Cohen yine cevap verdi: Tüm zarlar hileli, kaptan yalan söylüyor, gemi su aldı ve hepimiz bunu biliyoruz.


Bölüm V: Konserin Sonu:


L.Cohen Closing Time’ı söylediğinde daha önceki iki konserden tecrübemle de biliyordum ki artık kapatma vakti. Billur’a dönüp, bu şarkıdan nefret ediyorum dediğimde fark ettim asıl beklediğimiz şarkılar şimdi başlayacak. Onun için, “First We Take Manhattan” ve benim, onun ve birçoklarımız için “Famous Blue Raincoat”. Bu yıl set list’e alındığı söylenen bu parçayı geçen yıl Rotterdam’da da söylemişti ve o konserde o şarkıyı söylerken, mükemmel sesi vücudumu titretmiş ve aklıma dokunmuştu ve bittiğinde, bir daha canlı dinleyemeyeceğim diye üzülmüştüm. Şimdi ise bir gün sonra tekrar dinleme şansım bile vardı.

Bölüm VI: Eve Dönüş:

Eve dönerken bir kahve ya da bir bira içmeyi çok istedim ama sevdiğimiz ve açık bir yer bulamadık dönüş yolunda. Nişantaşı, geceleri çok sıkıcı bir yer olmaya başladı. Tek hatırladığım arabayı bulmak için yürürken ayaklarım yerden birazcık yukarıda idi. Keşke The Marmara’ya gidip Cohen odasından çıkıp aşağıya iner mi diye beklese imişim ve çıkmış açık bir bar bulamadığı için geri dönmüş.

L.Cohen İle İkinci Gün Bölümün Tamamı:

2.gün çok daha güzel bir konserdi. Ya daha önde oturduğum için Cohen’i daha iyi takip edebildiğimden, ya da ilk gün sonrası mutluluğu ile. Kendisi de bir gün önce sizi elimden geldiğince tatmin edeceğim dememiş miydi? Olmuştum ama fazlasını da istiyordum ve aldım. Sanki seyirci de, Cohen de daha keyifli idi. Sürekli gülümsedi ve bu konserde bizlere de şarkılarını özenle koruduğumuz ve bu güne de getirdiğimiz için teşekkür etti. İlk gün yapmadığına şaşırdığımı itiraf etmeliyim.

Teşekkürler L.Cohen gözlerimden tüm sıkıntıyı sildiğin için.

İçtenlikle

G.Şahin

Şaşırdıklarım/Anlayamadıklarım:


* Oray Eğin’in yazısında; Cohen İstanbul seyircisinden çok etkilendi. Çünkü ne Amsterdam’da ne de Berlin’de bu kadar ayakta alkışlanmamıştı demiş. Berlin’i bilmem ama Amsterdam konseri zaten izleyicinin ayakta olduğu bir konserdi- engelliler için ayrılan bölüm hariç- Ayakta izlenen bir konserde kim ne yapabilir? Seyirci yeterince zıplayamadığı için mi L.Cohen etkilenmemiştir anlayamadım. Ve aslında, niye hepimiz kendimizi, kendimize övmek zorundayız? Toplamda dört Cohen konseri izledim. En iyisi Westerpark Amsterdam idi. Dans edebildik, içkilerimizi içebildik, yanımızda bu diyarlarda zaten yasak olan başka tür sigaralar içenler de vardı, kimseler kimseye homurdanmadı. Biz de onların içtiklerini kokladık. Onlara eşlik etmek için Kısa Camel yaktık uç uca. Muhteşem bir sahne ve ses düzeni vardı, uzaklaşsan bile Cohen’i dev ekranlar ile takip edebildiğin bir konserdi. Benim ilk Cohen konserim idi ve konser alanındaki en genç insanlardan sayılırdık. Bir tür emekliler günü konseri gibi görünse de, tüm konser boyunca gezdik, hiç tanımadığımız insanlarla dans ettik, hep beraber nerede ise tüm şarkılara eşlik ettik. Web Sisters akrobasi gösterisi bile yapmadı. Kimsenin ne bir diğeri ile alıp veremediği vardı ne de konserin olası en güzel konser olduğu ile ilgili bir derdi.


Herkes kendi Cohen dansını yaşamaya gelmişti. Tüm şarkılar daha ilk notası çalındığına alkışlandı, yaşlıca insanlar çığlık çığlığa şarkıların isimlerini haykırdı, Cohen şarkıları söylerken, birbirlerine daha da sıkıca sarıldılar ve kimse kimsenin ayağına dahi basmadı. Orada 10.000 den epey fazla kişi vardı. Konser bittiğinde izleyici hızla alanı terk ederken birbirleri ile kibarca vedalaştı, biz ise topu topu 4.000 kişi sadece birbirimizi ezmeye çalışarak çıktık. Evet, kardeşlerim, hadi devam edelim birbirimizi kandırmaya Cohen en çok bizi sevdi. Bu şehrin havası onlara o kadar iyi geldi ki, vokalistlerin bile sesi olduğundan iyi çıktı. Hep görmek istediği izleyici bizdik ve o sonunda istediği noktaya, bizim sayemizde geldi. Asıl tatmin olan o idi.

Hayır, kardeşim, artık en çok bizi sevdi tartışmasını bırakalım. Daha iyi bir geceyi, hep beraber nasıl geçiririz bunu çözmeye çalışalım imkânlarımız dâhilinde.

Her iki yanda hep kapalı duran dev ekranların açılmasını sağlayalım, konsere zamanında varmaya çalışalım. Biletli bir başkasının yerine oturup, sahibi geldiğinde de kalkmamak için direnmekten vazgeçelim. O sıkışık kapılardan hep beraber aynı anda çıkıp gitmek çok zor ama yine de konserin sonuna kadar kalmaya çalışalım. Eğer bu kadar gitmek derdinde isek konser arasında mümkünse çıkışa yakın yerde basamaklarda durmaya çalışalım, illa çıkacaksak bunu toplu olarak yapmayalım.

* Aylardır gazeteler, dergiler, bloglar ve diğerleri sürekli Cohen konserinden bahsediyor. Ben de bir sünger gibi hepsini okumak, dinlemek istedim ve geçtiğimiz ay bu sebeple çok güzeldi. Gazeteyi açıp, yıldıran haberlerin bir kıyısında Cohen’i görmek, bu kenti olduğundan çok daha iyi bir yer kıldı. Tatilimi bitirmeyi umursamadım, krizi umursamadım. Aklımın bir köşesinde neden TEM’de elektrikli testere satarlar ve kim niye alır sorusunu bile öteledim. Her yerde çatlak vardı ama ışık girebiliyordu bir kıyısından. 2. konser de Teoman’da orada idi ve sonrasında verdiği röportajda son bir aydır herkes Cohen hayranı oldu. Tüm gazete ve dergiler bundan bahsediyor. Kendisinin de, Cohen’in de Türkiye’de bu kadar tanınır olmasından rahatsızım demiş. Güzellikler, sanat sadece bir avuç “derin” kişilikli insanın tekelinde mi kalmalı?

Keşke İstanbul’da daha çok etkinlik olsa ve gazeteler tüm çığırtkanlıklarını bir kenara bırakıp bu haberlere daha da çok yer verebilse. İnsanları şiddetle ve şok gelişmeler ile karmaşaya sürüklemek yerine, sanatla beslemek daha iyi bir yöntem değil mi? Buraya, Dali gelsin, Picasso gelsin, Kahlo gelsin ve Cohen gelsin. TEM’de elektrikli testere değil, Dali afişleri, Cohen CD leri satılsın. Bu ülke, U2’nun da konser vermek için gelmek isteyeceği bir yere dönüşsün.

* Bir Rock Konserinde nasıl davranılır hangi bölümde ne kadar alkışlanır gibi tüm yapılması gerekenleri bilen başka tür bir izleyiciye de şaşırıyorum. Tüm konser, nasıl davranmamız gerektiğini göstermeye çalışır bir ders verme hırsı içinde idiler. Zaten yasaklarla sarılmış durumda iken, bu yasakçı tavır daha da sıkıcı ve çekilmez.

Bir çoğumuz Cohen’i evimizde ya da bir barda oldukça yüksek kalitede bir ses sistemi ile hatta MacAllan Scotch viskisi açıp dinleyebilir durumda idik. Canlı bir performans izlemek, sadece dinlemekten ibaret değildir. Bu ise bir klasik müzik konseri hiç değildir, bilhassa Açık Hava bunun söylenebileceği bir mekân olmaktan çok uzak iken. Ayrıca kim kimi nerede istiyorsa alkışlayabilmelidir. Bu kendini beğenmişlere acilen Bolshoy’da bir bale izlemeyi öneririm. Balet ve balerinlerin nerede ise her dönüşlerinde, baş balerin/baletin sahneye sadece girdiğinde, giderken, her eğilişinde, hiçbir şey yapmadan durduğunda bile nerede ise tamamında alkışlar izleyici, çoğunda da ayakta ve bunu yapan ucuz bilet alan, ömürlerinde balenin mabedinde ilk defa bale izleyen turistler de değildir. Onlar sadece şaşkınlıkla ve küçümseme ile bu davranışı anlamaya çalışırlar


* Bu arada anlayamıyorum neden nerede ise tüm düğünlerde gelin ve damat –bizde gelin ve gelin, damat ve damat daha hayal edilir bile değil- "Dance Me to the End of Love" şarkısını ile dans eder? Bu şarkı kadar hüzün veren, ölüme gidişi kucaklayan başka bir şarkı var mı? Aşkın sonuna kadar dans edelim istiyoruz ama yanan bir keman ile. Sonra bir soykırımı üzerine olabilecek en güzel parçayı yaratmış Cohen’i de girişte protesto ediyor küçük bir kalabalık diyor ki; Tel Aviv’de konser verme, hem de kapanış ve belki de tekrar inzivaya çekilme öncesi son konserini. Onun kendi cemaatinin en önemli ailelerinden birinin mensubu olduğuna aldırmaksızın ama buna da ayrıca parmak göstererek ve bir detay tamamen atlanarak. Cohen hem Ramallah’da hem de Tel Aviv’de konser vermek istemiş. Ancak, Tel Aviv’de konser vermezse Ramallah’da sahne alabileceğinin söylenmesi üzerine Cohen tercihini Tel Aviv’den yana kullanmış.

Kimse kimseye demiyor dön kendine de bir bak. Birçok sanatçı da Türkiye’de konser vermiyor bilinen sebeplerden. Kandil’de konsere giderken elimde bir bira ile yolda yürürken acaba bir sorun olur mu tedirginliğime yanıt geliyor hemen arkadaşımdan. Eğer bu sebeple sana bir şey yapacak olurlarsa hızla bağır “yanımdaki Ermeni” diye. O zaman senin yerine beni tercih ederler. Ben de ona dönüyorum, diyorum ki, eğer biri sana bununla ilgili bir konuda sataşırsa sen de beni göster her zaman, kandil günü sokakta içki içiyor diye.

Burada çatlaktan ışık girmiyor, giren ne ise bizi zehirliyor hızla.

Sorular:

* Bergamot Esansı nedir? Hakikaten Cohen içmiş ve beğenmiş midir? Yoksa tüm tevazusu ile içer gibi mi yapmıştır?
* İKSV Genel Müdürü Görgün Taner’in oturduğu yerde kiralar yüksek midir? Oraya taşınıp Görgün Bey’in en iyi komşusu olmaya kararlıyım. Her gördüğümde Cohen’i sormak istiyorum.
* Cohen’in kızı Lorca konser süresince Cohen’in fotoğraflarını çekmiş. Ne zaman http://www.leonardcohenfiles.com sitesine eklenecek?
* Açık Hava’da sigara içiliyor mu, içilmiyor mu? Konser arasında onlarca izleyici ile sıkış sıkış sigara içerken epey bir dile getirdik bu konuyu.

*Cohen’in yazmış olduğu Görkemli Kaybedenler (Beautiful Losers) veya En Sevilen Oyun'u(The Favorite Game) kulübümüzde de okuyabilir miyiz?
* Bu yazıyı uzun buldunuz mu? Aslında epey bir kısmını kestim. Sadece;

“Teldeki kuş gibi,
Gece korosundaki ayyaş gibi
Kendimce özgür olmaya çalıştım”.

Gülda

Bu yazı tarihinde 16 Temmuz 2010 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com  'da yayımlanmıştır.

Paylaşmak İsterseniz

Related Posts with Thumbnails