31 Ağustos 2010 Salı

31 MAYIS 2010 BOB DYLAN ŞÖLENİ

Saklanarak Yaşamanın Yedi Basit Kuralı:

1. Asla yağmurluklu bir polise güvenmeyin.

2. Coşku ve aşktan kaçının. İkisi de geçicidir ve çabuk etkiler.

3. Dünyanın sorunlarına önem verip vermediğinizi soran olursa; bunu soranın gözlerinin tam içine bakın. Bir daha asla sormayacaktır.

4. Asla asıl adınızı söylemeyin.

5. Kendinize bakmanızı söylerlerse de sakın bakmayın.

6.
Karşındaki kişinin anlamayacağı bir şeyi asla söylemeyin/yapmayın.


7. Sakın bir şey yaratmayın. Mutlaka yanlış anlaşılır.

diyor I’m Not There belgeselinde Bob Dylan’ın Arthur Rimbaud hali. Biz de bu kuralların birçoğuna her daim riayet ederek Açıkhava Tiyatrosu’nun yolunu tuttuk dün akşam.



21 yıl sonra bir kere daha İstanbul’ da, Dünya’nın yaşayan en büyük müzik efsanesini izlemek, Bob Dylan muammasını çözmeyi denemek, yıllardır duymaktan hâlâ heyecan duyduğum parçalarını, tekrar ama farklı bir şekilde yorumlamasını dinlemek için ben oradaydım.

Sadece yaşayan en büyük müzik efsanesi mi?

En anlaşılmaz olan
En beklenmedik/bilinmez olan
En arayış içinde çırpınan bu arayıştan hiç vazgeçmeyen
En güzel şarkı sözlerini/şiirleri yazan
En duyarlı ve en umursamaz olan
Yüzyılın ve tarihin en iyi ve en çok dinlenen şarkısının sahibi.
...
En iyi haini
En çok kuralı olan ve en çok kuralı bozanı
Ve en memnun eden/en memnuniyetsizi.

 

Beni konserde söylediği parçalarla kesinlikle çok memnun etti.

Rainy Day Women
Lay, Lady, Lay
I'll Be Your Baby Tonight
Stuck Inside Of Mobile With The Memphis Blues Again
Just Like A Woman
Honest With Me
A Hard Rain's A-Gonna Fall
Cold Irons Bound
Most Likely You Go Your Way (And I'll Go Mine)
Spirit On The Water
Highway 61 Revisited
Masters Of War
Thunder On The Mountain
Ballad Of A Thin Man
Like A Rolling Stone'u söylediği 1 saat 40 dakika boyunca buradan uzaklaşmış olmak çok keyifli idi. Saklanarak yaşamanın basit başka bir kuralı da bu olmalı.


Buradan Uzaklaşılamayan Kısmı:


 
Gün:

Dün tüm gün herkes için çok zor geçmiştir eminim. Ölüm, insani yardım, savaş çığlıkları ile Bob Dylan konserine ulaşana kadar zaten tükenmiştik, üstüne söyleyecek hiçbir sözüm yok. Sadece gözlerinizin tam içine bakıyorum…Bob Dylan ise söylenecek ne varsa söylüyor zaten:


Masters Of War



Mekân:

Kaç zamandır Açıkhava Tiyatrosu’nun önü Harbiye Kongre Vadisi “Büyük Projesi” için kapalı idi. Yan kapıdan itiş kakış girip, çalışan inşaat makineleri eşliğinde konser izlemeye alışmıştık. Meğer ön kapı modern, çağa yaraşır bir şekilde tekrar açılmış:

"Hakikaten orası ön kapı mı? Merak ediyorum. Ne zamandır taş yığınına “Modern Yapı” deniyor? Kim yapmış, bu ülkede mimar, şehir planlamacı, peyzaj mimarı, restoratör yok mu? Bir yer ancak bu kadar kötü bir yere dönüşür…"

"Bari diğer yapının havalandırmasını Açıkhava’nın önüne dikmeselermiş."

"En azından giriş çıkışı kolaylaştıracak bir yöntem geliştirselermiş."

Bir de üstünü de açılır kapanır yapacaklarmış. Her şeyi kapatmak istiyorlar o kısmı anladık ama adı üzerinde Açıkhava Tiyatrosu’nun üstü niye kapansın? Kapıyı bile doğru, estetik, kullanışlı bir şekilde açamamışken, üstü nasıl hem açılır hem kapanır olacak?

Konsere Gelenler:


Geçtiğimiz yıllarda konser izleyicileri, yan kapıdan girmeye alışmışken, konseri toplu halde terk etme gibi bir huy da edinmişti. Bilhassa son on beş dakika boyunca genci, yaşlısı, her şeyi bileni, en akıllısı –gerçi hepsi akıllı-; sahnede L.Cohen’e, SMV’ye hiç aldırmadan akın akın çıkıyordu ki, bu alışkanlık bu yıl aynı şekilde devam edeceğe benziyor.

"Eee, ön kapı açıldı, ne bu telaş? Zaten akşamını konser izlemeye ayırmışsın, belli konseri sevmiş, orada 90 dakika oturmuşsun, bir on beş dakika daha dursan da bizim huzurumuzu kaçırmasan. "

"Sıraya girmeyi, medeni bir şekilde kimsenin hakkını yemeden bir şeyler yapmayı zaten öğrenemedin. Bari bir de matah bir şekilde bunu nasıl yaptığını anlatma. Ayrıca arkadaşlarınla bu kadar hasret gidermeye istekli isen konsere gelme, bir kafeye git." Tüm konser boyunca konuşulur mu? insaf... Bob Dylan konserine gelmişsin, o şarkılar, o şiirlerden bir nebze bile bir incelik geçmemiş ruhuna. Doğru ne konserine geldiğini de bilmiyor olmalısın ki, orada burada;

"Konser çok kötüydü, ruhsuz ruhsuz çaldı, bir merhaba bile demeden gitti. Yaşlanmış, paslanmış" diyorsun.

40 yıldır Bob Dylan konserlerinde seyirci ile hiç konuşmadan iletişim kuruyor. Şarkılarını yeni bir şekilde yorumluyor. Bu sayede konseri izleyen şanslı izleyici de yüzlerce kere dinlediği şarkıyı, bildik arka planla yeniden yaratılmış hali ile dinleyebiliyor.

Aslında seyirci ile hiç iletişime geçmiyor demek çok doğru değil. Seyirciye:

"Siz yalancısınız", diye bağırmış olduğu seferi bilenler vardır sanırım.

Kat Kat Etekli Güzel Kız:

Ben çok uzun süredir Açıkhava’da konser izlerim, ilk defa merdiven biletim oldu. -Tavsiye etmem, zor oluyormuş.- Ama hep görüyordum, insanlar koltukların yanındaki taşlara da oturuyorlardı. Ben de taşa oturmak için hamlede bulundum ve taşın yanındaki koltukta oturan kat kat etekli güzel kızdan izin istedim. Biliyorum, hiç akıllanmayacağım.

Normal bir insan ne yapar? "Biraz yana kayar ya da buyurun" der, ne bileyim en fazla surat asar. Kat kat etekli kızsa son derece ciddi ve önemli bir bilgi verir gibi:

"Aslında buraya oturamazsınız, eteğimin katları var, onlar bozulur, güzel olmaz" dedi. (Yeni tür konuşma şekli ile kelimeleri uzata uzata. Kat kat eteğinin katlarını tek tek düzelterek)

Baloya gider gibi Rock konserine gelen Kat Kat Etekli Kız "sana ne diyeyim", şaşkınlık içinde baka kaldım. Neyse ki, Bob Dylan vardı da o söyledi:

Like a Rolling Stone:



Once upon a time you dressed so fine
You threw the bums a dime in your prime, didn’t you?
People’d call, say, “Beware doll, you’re bound to fall”
You thought they were all kiddin’ you
You used to laugh about
Everybody that was hangin’ out
Now you don’t talk so loud
Now you don’t seem so proud
About having to be scrounging for your next meal

How does it feel
How does it feel
To be without a home
Like a complete unknown
Like a rolling stone?

You’ve gone to the finest school all right, Miss Lonely
But you know you only used to get juiced in it
And nobody has ever taught you how to live on the street
And now you find out you’re gonna have to get used to it
You said you’d never compromise
With the mystery tramp, but now you realize
He’s not selling any alibis
As you stare into the vacuum of his eyes
And ask him do you want to make a deal?

How does it feel
How does it feel
To be on your own
With no direction home
Like a complete unknown
Like a rolling stone?

You never turned around to see the frowns on the jugglers and the clowns
When they all come down and did tricks for you
You never understood that it ain’t no good
You shouldn’t let other people get your kicks for you
You used to ride on the chrome horse with your diplomat
Who carried on his shoulder a Siamese cat
Ain’t it hard when you discover that
He really wasn’t where it’s at
After he took from you everything he could steal

How does it feel
How does it feel
To be on your own
With no direction home
Like a complete unknown
Like a rolling stone?
Princess on the steeple and all the pretty people
They’re drinkin’, thinkin’ that they got it made
Exchanging all kinds of precious gifts and things
But you’d better lift your diamond ring, you’d better pawn it babe
You used to be so amused
At Napoleon in rags and the language that he used
Go to him now, he calls you, you can’t refuse
When you got nothing, you got nothing to lose
You’re invisible now, you got no secrets to conceal

Son Söz:


Bob Dylan Emotionally Yours’u da söyleseydi çok sevinecektim:


Gülda

Bu yazı 01 Haziran 2010 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com'da yayımlanmıştır.

RADU LUPU İLE BİR İSTANBUL AKŞAMI

38. Uluslararası Müzik Festivali konser programında Radu Lupu’yu gördüğümde açıkçası önce inanamadım. Sonra “acaba başka bir Radu Lupu daha mı var?” diye tereddüte düştüm, sonunda ikna oldum ve her derde deva; Radu Lupu Schubert albümünü dinleyerek, konser gününün gelmesini bekledim. Ben piyanonun doğru parmaklarla çalındığında çıkardığı sesin sihirli olduğunu düşünürüm, büyülenirim, odaklanabilirim, arınırım… Dolayısı ile konsantre olmam gereken bir işle uğraşacaksam piyano dinlerim, sakinleşmek istediğimde de. Çok üzüldüğüm ya da çok heyecanlandığımda. Aslında caz ya da klasik müzik sürekli piyano dinlemeyi seviyorum sanırım...




Radu Lupu; 40 küsur yıldır dünyanın en önemli konser salonlarında, büyük orkestralar ile sahne alan, yaşayan en büyük yorumculardan biri kabul edilen bir piyanist. Ama onu bir gün İstanbul’da, Aya İrini’de izleyebileceğime dair küçücük bir umudum yoktu açıkçası. Böyle bir durumda beklenti içinde olmamak için haklı sebeplerim olduğunu düşünüyordum Bence, Radu Lupu klasik müzik dünyasının J.D.Salinger’ı. Röportaj vermiyor, çok az bestecinin eserlerini yorumluyor, halka karışmıyor, internetten konser kayıtlarına ulaşılamıyor, popüler olan hiçbir şeyle ilgilenmiyor. 20 yıldır stüdyoya girip yeni bir solo albüm çıkartmıyor. Açıkçası İKSV’nin Radu Lupu’yu getirmek için direnebileceğini hayal dâhi edememiştim.

Ve Beklenen An Geldi:
1945 yılında Romanya’da doğmuş efsanevi sanatçı, bir anda Aya İrini’de herkesin soluksuz kalmasını sağladı. Eleştirmenler "muazzam bir tekniği olduğu ama mekanikleşmeden, lirik bir anlatıma sahip olduğu" konusunda birleşiyor. Bu konuda yorum yapamam ama Radu Lupu’nun Aya İrini’de tekrar yarattığı müziğin bir mucize olduğunu söyleyebilirim. Konser esnasında, kendimi geç saatte kapalı bir havuzun içinde yüzerken buldum. Fonda Radu Lupu’nun parmaklarından ölümsüz olanın müzik olduğu ortaya çıktı. O, her notaya bastığında daha küçüldüm/büyüdüm. Her tını kendimi her şey/hiçbir şey gibi hissetmemi sağladı, biraz daha kulaç atmayı denedim. Eve döner dönmez Kieslowski’nin Üç Renk Mavi filmini tekrar izlemeye karar verdim.


Arada arkadaşım Ebru ile Kieslowski’nin Üç Renk Üçlemesi’ni konuşmaya başladık. Benim üçleme arasında en sevdiğim Mavi. Onunsa Kırmızı imiş. O Kırmızı’dan en sevdiği sahneleri anlatırken, ben havuzun içinden çıkmayı/çıkmamayı denedim. Radu Lupu ile tarif edilemez bir yolculuğa çıktım.

İkinci Yarı: Mahler’in Makûs Talihi:

Radu Lupu bizimle hiç iletişime geçmemiş olsa bile İDSO ile muhteşem bir uyum yakaladı ve İDSO’nın her bir sanatçısı da o gece Radu Lupu ile beraber çağladı. Ancak, “solist/yıldız/star” ikinci bölüme kalmayınca izleyici de akın akın gidiyor. Hatta geçen yıl şahit olduğumuz bir türü; ikinci yarıya kalmamayı bir tür marifet sayıyor, kalanları da küçümsüyor. – Ben böyle durumlarda “tüm iyimserliğime rağmen” bunu söyleyen adına utanıyorum, başımı başka yere çevirmekten başka bir şey yapamıyorum, bunu söyleyen izleyici yerine; Klasik Müzik’ten hoşlanmıyorum diyenleri daha makul buluyorum-.

Dolayısı ile ikinci yarıyı her zaman olduğu gibi izleyici sayısı oldukça azalmış olarak izledik. Kalan şanslı izleyiciler olarak ferah ferah şef Rengin Gökmen yönetiminde, Radu Lupu’nun da vermiş olduğu yoğunlukla, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’ndan Gustav Mahler’in 1.Senfoni’sini dinledik. Mahler’in fırtınalar koparıp, haykıran 1. Senfonisi bittiğinde dışarıda yağmur nerede ise bitmişti.

Gün Sonu Notları:

İKSV gelecek senelerde Mahler çalan ünlü bir virtüöz bulamazsa; Mahler her seferinde İstanbul'da boşalmış koltuklarla dolu bir salonda hayat bulacak. Bunca insan Mahler sevmiyor olabilir mi?

Viyana’ya gideceğimiz zaman alınacaklar listesi yapmış ve Radu Lupu konser kayıtlarından oluşan, Decca’nın 06.04.2010 tarihinde çıkarttığı 10 CD’lik Radu Lupu - Complete Decca Solo Recordings’i almayı listenin ilk sırasına yerleştirmiştim. Tekrar Viyana’ya gidemediğimize üzüldüm.



Eve dönüp Mavi’yi izlerken filmi kaçıncı kez –çoğu Ka ile- izlediğimi sayamadım. Bir anda kahve ve şeker’in karıştığı o bölüm geldiğinde filmi dondurdum. Ka’nın yanına gidip sahneyi izlemesi için salona davet ettim. Ka yıllardır film festivalini bırakma sebebi olarak bu sahneyi anlatır, “bir kahve bir şekerle bu kadar mı geç kaynaşır?” der. Çok güzel bir konser sonrası, en sevdiğim filmlerden birini yine aynı itirazlarla –ve bazı itiraflarla- izlemek gibisi yoktu. Viyana’yı unuttum. Nasılsa Viyana Filarmoni de buraya gelecekti. Ayrıca Amazon’da var değil mi?


Ebru ile acilen Kırmızı’yı izlemeliyim.

38. Uluslararası İstanbul Müzik Festivalini; yıldız isimleri, Viyana Filarmoni’yi ağırlaması, protokolün yarattığı gerilime rağmen her saniyesini aklımıza kazıdığımız Adem’in Yakarışı, başlı başına Arvo Pärt ve bilet fiyatlarının pahalılığı, nerede ise her konser öncesi bizi sırılsıklam eden yağmuru ile uzun süre etkisinden çıkamayacağım bir festival olarak hatırlayacağım. Ama asıl Radu Lupu’yu izleyebilmiş olmayı kendim için çok büyük bir mutluluk olarak görüyorum.

Ve Mozart sevmeyen arkadaşlara küçük bir tavsiye:



Gülda


RADU LUPU & İDSO

Aya İrini Müzesi
5 Haziran, Cumartesi 20.00

İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası
Rengim Gökmen şef
Radu Lupu piyano

Robert Schumann
Piyano Konçertosu, La minör, Op. 54

Gustav Mahler
1. Senfoni, Re Majör "Titan"

Ara dahil 90' sürer.

Çağımızın efsane piyanistleri arasında sayılan Radu Lupu, doğumunun 200. yılında Schumann'ın piyano konçertosunu seslendirmek üzere ilk kez Türkiye'de! 1966'da Van Cliburn, 1967'de Enescu International ve 1969'da Leeds International'da birincilik ödülleri alan ve kusursuz yorumlarıyla tanınan ünlü piyanist Lupu, 1995'te "Yılın En İyi Enstrümantal Kaydı" dalında Grammy ve Edison ödülleriyle de kariyerini taçlandırdı. Salzburg ve Lucerne gibi seçkin festivallerin vazgeçilmez konuğu olan Radu Lupu bugüne kadar Berlin Filarmoni, Viyana Filarmoni, Royal Concertgebouw gibi dünya çapında saygınlık kazanmış orkestralarla ve Karajan, Muti, Barenboim gibi olağanüstü şeflerle çalıştı. Yurtiçinde ve yurtdışındaki başarılarıyla kariyerinin doruğuna ulaşan şef Rengim Gökmen'in yönetimindeki İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde ilk kez Türk dinleyicileriyle buluşacak olan Radu Lupu ile tadı damağınızda kalacak bir konser gecesine hazır mısınız?
Biletler: 150, 120, 90 TL Öğrenci: 20 TL Balkon: 200 TL


Bu yazı 27 Haziran 2010 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com'da yayımlanmıştır.

24 Ağustos 2010 Salı

UTE LEMPER-GEÇ KALMIŞ BİR YAZI


Gülda 'Nisan'da Ute Lemper geliyor' dediğinde hiçbir şekilde hangi gün, saat kaç, nerede, nasıl, kimle vs gibi sorularını sormadım, gidecektim o kadar. Sonra ne zaman izlemiştik diye düşündüm ve 9 yıl geçtiğine inanamadım. Ben Ute Lemper'i bundan tam 9 yıl önce izlemiştim ve onu izlemeden önce New York'ta Chicago Müzikaline bilet bulamadığım için gidememiş ve kendisi ile birazcık daha önce tanışma fırsatını da kaçırmıştım. 2000den bu yana hep gelmesini istiyordum, herkese seyrettiğim ve dinlediğim en iyi performanstı diye bahsediyordum. Çünkü hayatımda nadir olarak bir performasın tüm detayları capcanlı duruyordu....Belki de bu yüzden izleyeli epey oldu diyemiyordum.

Veee sonunda İş Sanattaydım....Sözlerini tek tük anladığım Almanca şarkılarla başladı ve beni ikinci dünya savaşına, okuduğum kitaplar ve seyrettiğim filmlerle kafamda oluşturduğum Almanyaya Berline götürdü...Cephelerde çalındığı zaman savaşın kısacık bir zaman durmasına sebebiyet veren Lili Marleen şarkısını ve tabii ki Mavi Meleki düşündürdü, arabesk yanım Ahmet Kayanın

Akşam olur mektuplar hasretlik söyler
Zagrep radyosunda lili marlen türküsü
Siperden sipere ateş tokuşturanlar
Karanlıkta dem tutan ishak kuşu

Şarkısını da hatırlamama neden oldu. Almanca şarkıların ne kadar güzel olabileceğini de kanıtladı.

Yolculuğuna Fransa’da devam etti...Fransa’ya yolculuk Edith Piaf’a yolculuktu kaçınılmaz olarak....Edith Piaf’ın çok akıllı bir kadın olduğundan, hayatına giren veya girdiği düşünülen Yves Montand, Charles Aznavour gibi isimlerden en güzel şarkıları alıp sonrada aşkın doruk noktasında da yollarını ayırdığını ifade etti.

İlk kişisel albümü olma özelliği içeren ‘between yesterday and tomorrow’dan söylediği şarkılar arasına yine geçmişten brel şarkıları, brecht –weill balladları ve hildegard knef şarkısı olan rote rosen’i söyledi.....

Şarkı aralarında çoğunlukla –seyirciye sorduktan sonra- Almanca konuştu. Ardından da bir gece önce Hollanda’da verdiği konserde de seyircinin Almanca konuşmasına izin verdiğini ancak konser sonunda seyircinin yanına giderek aslında anlamadıklarını söylediklerini ifade etti. Ghosts of Berlin’ ıslıklarımızla eşlik ederken de bizim Hollandalılardan daha iyi ıslık çaldığımız yönünde iltifat etti.

Bu kadar buzul bir güzellik sergilerken söylediği şarkılari tavırları, anlattığı hikâyeleri, esprileri, şarkılar arasında yaptığı geçişleri ve esprileri düşününce bana bu buzulun görünmeyen yüzünün ne kadar derin ve büyüleyici olduğunu sergiledi.

Kısacası kötü bir günümdü ancak Ute Lemper sayesinde şahane sonlandı

(Billur)

Bu yazı 18 Haziran 2009 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com'da yayımlanmıştır.

LOREENA MCKENNITH-KELTLERİN ELÇİSİ-13.06.2009



13.Haziran.2009 akşamı Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu şaşırtıcı bir biçimde doluydu ve ben arkadaşlarımla İKSV'nin düzenlediği konserler ve etkinlikler silsilesinin 2009 yılındaki ilkini yaşamaya başlayacaktım. Yine aramızda en son ne zaman Loreena Mckennith'ı dinlediğimiz hakkında derin tartışmalar yaşadık..13 yıl önce imiş...Bu tespit kesinleşince yılların su gibi geçtiğine, daha geçen yıllarda seyretmiştim dediğim herkesin en az neredeyse bir önceki neslin doğum sancıları çektiği dönemlerde geldiğini anladım ve yaşlanmakla ilgili kötü düşünceler etrafımı sarıverdi...Ancak bu kötü düşünceler bir süreliğine ud, arp, kemençe ve darbuka seslerinin eşlik ettiği müzikleri dinlerken dağıldı ve hüznümü daha katlanılır ve daha anlamlı başka bir yola koyuverdi.


Açıkça itiraf etmek gerekirse Loreena Mckennith'ın müziğini değişik bulmakla birlikte özel bir hayranlığım yok, hatta çok uzun bir süre dinleyemediğimi de itiraf etmeliyim ancak sanatçı olarak seyirci ile iletişimi, her şarkının hikayesini anlatışı, Türkçe'nin güzel bir dil olduğundan bahsetmesi ve klasik de olsa bazı kelimeleri sarfetmesi çok hoşuma gitti . Konserde söylediği çoğu şarkı An Ancient Muse albümündendi ve ben özellikle Gates of İstanbul ile Caravanserai adlı şarkılarını sevdim. Caravanseari adlı şarkısını, Türkiye'de Keltlerin izlerini ararken kervansaray kavramı ile tanıştığını ve insanın evinin sadece uyuduğu, eşyalarını sakladığı bir yerden çok öte anlamları ifade ettiğine dair düşüncelerin etkisinde yazdığını anlattı şarkı öncesinde...Ev ile yuvanın farkını düşünmüş olmalı..

Keltlerin izlerini ararken yolunun Ankara'ya düştüğünden bahsetti...Gordion'u gezdiğini anlattı...Bu ifadeler bana kendisinin yorulmaz bir Kelt takipçisi ve elçisi olduğunu düşündürdü...Yolların, izlerin,köklerin takipçisi bir müzisyen kadın....Yolların, izlerin ve köklerin yansımaları olan bir müzik...Nereden geçtiyse oradaki tınıları içine katan ve çoğalan...Belki de bazı şarkılarda bir atın sırtında saçlarım rüzgarla savrulurken dörtnala gidiyor hissi duymam da bundandır..Yollarımı aşmak, izlerimi bulmak ve köklerime inmek için....Sanırım Loreena Mckennith de tüm bu izleri ve kökleri için yolculukları kendi içine doğru bir yolculuğa mihmandarlık ettiği için yapıyordur...

Düşünceler..Düşünceler....Duygulanımlar...AA! O da ne?! Son Şarkıya Geldik mi?

Loreena Mckennith konserini Never Ending Road ile bitirdi..Bis'i ise Time To Go Evora adlı yani Nilüfer'in ete kemiğe büründürdüğü Çok Uzaklarda ile yaptı. Bir daha gider miyim? Evet giderim....

İyi Yolculuklar
Billur

Bu yazı 18 Haziran 2009 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com 'da yayımlanmıştır.

MELODY GARDOT -GELECEĞİN YENİ DİVASI (MI)?-07.07.2009


Sanat Aktiviteleri Danışmanım Gülda Melody Gardot'yu dinlemeye gitmemizi söyleyip duruyordu. Ama ben biraz hevessiz davranıyordum ki aslında Caz Festivallerini daha önce hiç dinlemediğim, bilmediğim sanatçıları da öğrenmek ve dinlemek için en iyi yollardan biri olarak benimsediğim ve her zaman yeni sanatçılara yöneldiğim ve hiç de pişman olmadığım halde yanıtsız bırakıyordum sürekli Gülda'yı. Bunun nedeni de önce Depeche Mode (mide kanaması) Joe Sample(kalp spazmı)konserleri ertelenince moralim bozulmuş, Leonard Cohen'e de bir şeyler olur mu [şeytan kulağına kurşun ama adam da yaşlı ....!) endişesi ile gezindiğim günlerdi ve bu nedenle de pek kulak asmıyordum. Gülda beni ikna etmek için bir gün bir lokantada duyduklarını ve "kim bu ses?" dediklerini ve soruşturduklarını ve Melody Gardot olduğunu keşfettiklerini söyleyince "pekiyi" dedim. İyi ki de demişim.

Melody Gardot 1985 yılında doğmuş bir Amerikalı sanatçı.19 yaşında bisikletiyle gezerken bir araba çarpmış (Gülda iyi ki bisiklete binmeyi bilmiyoruz). Bu kaza sonucunda leğen kemiği kırılıyor, beyin sarsıntısı geçiriyor ve kavrama (kognitiv) bozukluğu oluşuyor. Bunun yanında ışığa ve sese karşı da aşırı duyarlı hale [Gülda bu sanırım sürekli siyah gözlük takmasını açıklıyor.(Anlaşılacağı üzere Gülda ile arada epey dedikodusunu yaptık)] geliyor. Kazadan önce piyano çaldığı için (konserde 16 yaşında çalmaya başladığını söyledi)doktorlar müzik terapisi öneriyorlar ve bu terapinin ardından söz yazarı ve solist olarak yeteneği açıkça ortaya çıkıyor.

Dün gece sahneye siyah tayt çorap üzerine fırfırlı bir etek ve beyaz gömlekle çıktı, başında tavus kuşu tüyü olan bir şapka giyiyor ve siyah gözlük takıyordu. Elinde de bir baston vardı. Gerçekten hoş görünüyordu. Sahne denizi arkasına almış olduğundan oturduğum yerden kısmen de olsa mehtabı yakalıyordum [Tabii bunun kötü yanı arkadan geçen boğaz teknelerinden arada sırada yükselen "hayaat beni neden yoruyosun" ya da "hade hade hadeee" gibi nitelikle şarkıların sesinin bir anda patlaması oluyor!).

İlk şarkısına gitarı ile başladı ve sonrasında piyanonun başına geçti. Bu esnada da seyirciyi avucunun içine alacak sözlerini söyledi: İstanbul'un şu ana kadar gördüğü en güzel yerlerden biri olduğunu ve görülecek daha güzel şeyler kalmadığında ölüneceği anlamına gelen bir deyişi hatırladığı için de bu deyişin gerçekleşmesinden endişe duyduğunu ifade etti. Sanırım ilk 3 şarkı ancak bitmişti ki sahneden ayrıldı...Bu da nedendi? Aha...Ezan vakti idi.

Daha sonra bir ara Türkçe bir kaç kelime öğrendiğinden ama unuttuğundan bahsetti,"good night" nasıl denildiğini sorunca önlerden bir dinleyici söyledi ve biz seyircilere söyleceği şarkının kendisi ve orkestrasından "iyi geceler" dileğini yansıttığını belirtti. Ayrıca gittiği her ülkede bazı kelimeler öğrenmeye çalıştığını ama hep kendisine kötü sözler öğretildiği de ekledi. Neyse bunun sadece Türklere has olmadığını duymak hoşuma gitmedi değil doğrusu.



Çocukluğunda kendisini büyükannesinin büyüttüğünü anlattı ve sigara içişini taklit etti. Bir başka şarkısının öncesinde aşka dair konuştu ve kendisinin kalbinin kırılmasına yol açan aşklara bağımlı olduğunu,bu ayrılıkların iyi tarafları bulunduğunu,bu durumda olan birinin yemeğe çıkarıldığını, yatakta yer açıldığını ve horlamadan kurtulunduğunu ekledi.

Konserde daha çok son ve ikinci albümü olan My One and Only Thrill adlı albümünden şarkıları seslendirdi. Ayrıca 'Somewhere Over The Rainbow' ile 'Ain't No Sunshine' şarkılarını da çok hoş bir caz yorumu ile söyledi. Her ne kadar kendisi Norah Jones ve Madeline Peyroux ile kıyaslansa da itiraf etmeliyim ki konser performansı her ikisinden de iyiydi ve Norah Jones'tan daha kuvvetli bir yorum yeteneği olduğunu, ses renginin benim kulağıma daha hoş geldiğini ve Norah Jones'ta zaman zaman insanı sıkan tekdüzelikten eser bulunmadığını düşünüyorum. Henüz erken ama bence geleceğin yeni divası olabilir gibime geliyor.




Konserin bitiminde cdlerinin satışa sunulduğu standda albümlerini imzaladı (sıraya girmeyen önüme kaynak yapan bir sürü insana söylendim durdum) ve iki albümünü de aldım ve herkese de tavsiye ediyorum. Gülda ile Yonca resim çektirmişler ben İKSV'de görev yapan bir arkadaşımdan Gülda için Leonard Cohen'in kaldığı oteli öğrenmeye çalışırken....Öğrenebildim mi? Hayır! Melody Gardot ile resmim var mı? Hayır!

Ancak gene de Gülda'ya binlerce teşekkür....Çok hoş bir akşamdı ve yeni bir sanatçı keşfettim sayesinde.

Sevgiler
Billur


Bu yazı ayseninkitapkulubu.blogspot.com 'da yayımlanmıştır.

SANTANA 06.07.2009 İSTANBUL KONSERİ

Datça tatilimi 4 günle sınırlamamın en önemli nedeni Santana'nın 19 yıl aradan sonra 06.07.2009'da İstanbul'da vereceği konserdi ve 19 yıl önce gidememiştim. Biletleri tam 2.5 ay önce satın almıştık.



Konser mekanının Kuruşçeşme Arena olması beni her ne kadar önceden sıkıntıya soksa da Santana'yı kaçırmak istemiyordum. Nitekim konser mekanı olan Kuruçeşme Arena ses düzeyinin kötü olması, sahnenin sadece önden görülebilmesi, dağınıklığı, arenanın ortasına kurulmuş olan ve uzun boylu olanların bile sahneyi görmesini engelleyici ne amaca hizmet ettiği belli olmayan -olsa da bana saçma gelen- garip kütle, konserin iki küçük ekrana yansıtılması ve birinin görüntüsünün kötülüğünden ötürü zaman zaman Santana'nın bıyığının görünmemesi gibi hususlarla bu sıkıntımın ne kadar haklı olduğunu bana bir kez daha kanıtladı.Konserin başında önümde duran devasa boyutlardaki bir şahsın bir süre sırtını seyrettim [sonradan bir ara bu şahıs gidince esinti çıkıntı!]. Etrafa bakındım. Zıpladım. Zaten trafik nedeni ile ilk şarkının bitiminde girdiğimiz konsere bir süre konstantre olamadım....Konserde yaş oranı da bence yüksekti, gençler vardı ama eski hipi dönemleri temsil etmiş olan ağır ağabeyler de benim gözüme çarpanlar arasındaydı.

Santana konsere Maria Maria adlı şarkısıyla başladı ve sonrasında Gülda'nın deyimiyle "popüler" şarkılarla devam etti. Ben ise havaya "A Love Supreme", "Black Magic Woman", "Oye Como Va" ile girebildiğimi itiraf etmeliyim. Konseri en sevdiğim şarkılardan biri olan Smooth ile bitirmesi [Supernatural albümünde yer alan ve zamanında Grammy ödüllerine boğulan ve yılın şarkısı seçilen Smooth'un yer aldığı bu albüm çok iyidir.Sanırım 1999 idi) ve bisin ardından ise "Jingo " ve " Corazon Espinada" şarkısıyla çalması beni mutlu etti açıkçası. Özellikle Jingo çalınırken sahnenin yanında olan kimi zaman Santana'nın eski ve yeni dönem görüntülerinin yer aldığı barkovizyondan Afrika kabilelerinin danslarının gösterilmesi benim çok hoşuma gitti ve bu duygumun yoğunluğu ile de konser bitiverdi.



Dünyanın 100 gitaristi arasında gösterilen ve bana göre müziği ile her döneme ayak uydurabilen Carlos Santana'yı İstanbul'da dinlemek gerçekten güzeldi...

Sevgiler
Billur

Bu yazı 08 Temmuz 2009 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com 'da yayımlanmıştır.

SMV-STANLEY CLARKE-MARCUS MILLER-VICTOR WOOTEN "BAS'IN ÜÇ DELİSİ"-08.07.2009

Dün akşam son dönemlerde izlediğim ve dinlediğim en iyi konserlerden birindeydim: Stanley Clarke, Marcus Miller ve Victor Wooten :S(arhoş edici)M(utluluk verici)V(urucu)bir üçlü!

Konser bir seyircinin talihsiz bir şekilde fenalaşmasından dolayı 15 dakika kadar geç başladı ve tüm AçıkHava tıklım tıklım doldu. Ender sigara içmeye gittiğinde bir çiftin " Yarısına kadar bazıları çıkar,kalabalık hafifler zira çoğu davetli vs'dir" demiş ancak kimseyi en azından dikkat çekecek şekilde görmedim ben.

SMV konsere 2008 yılında piyasaya sundukları "Thunder" albümlerinin açılış parçası "Maestros de las Frecuencias Bajas" ile başladı ve ardından hemen albümün ikinci parçası olan "Thunder" ve sonrası ile devam ettiler. Dördüncü parçanın bitiminde Victor Wooten "aldı eline sazı/bası" ve -halen ne yaptığına/nasıl yaptığına kafa yoruyorum- ve ve ve..."çalmak" kelimesi zayıf kalacağından bu cümlenin devamını getiremiyorum. Ancak en son gördüğümde gitarı kulağının arkasından çevirip tekrar aynı hızla çalmaya devam ediyordu.....Ben itiraf etmeliyim ki Wooten'ı ilk defa duydum ve dinledim ve büyülendim...Evdeki klasik gitarımı da -bir zamanlar naçizane ders alıp çalmışlığım vardı- saklama ve bu konuda da kimseyle bir daha konuşmama kararı aldım.Victor Wooten 3 yaşında çalmaya başlamış ve aşmış....Solusunu bitirdiğinde kopan alkış tufanının ardından "İstanbul'a ilk kez geldiğini ve çok sevdiğini söyledi ve kendilerinin 3 deli basçı olduklarını ve şu andan itibaren daha çok delicereceklerini" ifade etti.

Daha sonra sahneye bir kontrbas geldi ve Thunder albümündeki ve benim son zamanlarda duyduğum en iyi Sezen Cumhur Önal deyimiyle duygusal bir çalışma olan Milano'nun çalınacağını anladım. Ancak bu parçaya geçmeden Stanley Clarke bir iki parçaya kibarca eşlik etti ve ardından bir ara gözlerimin dolmasına sebebiyet verecek olan performasına başladı....Bir ara kontrbası çevirecek ve bas gitar olarak çalacak sandım!!! Bitirince gidip o kocaman ellerini öpeyim, sarıp sarmalayıp saklayayım diye düşündüm! Kocaman elleri diyorum çünkü 1.90 boyu ve palet gibi elleri ile Stanley Clarke bir müzisyenden daha çok bir basketbolcu görünümünde biri.Slap tekniğinin [ Slap tekniği 60 lı yılların sonlarına doğru "Larry Graham" tarafından icat edilmiştir. Bu teknik tokat anlamına gelen "slap" sözcüğünden gelmektedir. Üstteki tellere başparmak ile vurulur (tokatlanır), alttaki teller ise işaret parmağının alttan çekilmesi yöntemiyle "patlatılır"] temellerini atan bir efsane olarak anılıyor. [Pardon Canan Tan etkisi]Özellikle 1976 yılında yayınladığı School Days basın milli marşı olarak nitelendiriliyor ve kendisi de bir röportajında "eğer bas öğrenmek isteyen biri var ise bu parçayı çalmayı öğrenmeli " demiş.

VEEE Marcus Miller...Miles Davis ile çalma ayrıcalığını elde etmiş, sevimli, sahnede sürekli gülen bir usta...Başında siyah fötr şapkası ile çıktı her zaman olduğu gibi..Bir ara bas klarneti ile duyduğum en güzel "When I fall in love"ı yorumladı. ki...Bir insan nasıl bu kadar yetenekli olur diye düşündüm.


SMV bis için sahneye çıktığında herkes ayaktaydı ve "Beat It" çalarak Michael Jackson'ı da andılar biz tüm Açıkhava eller yumruk olmuş Just Beat It diye bağırırken....ve sonunda bir frizbi çıktı ortaya ...imzaladılar....fırlattılar ve yanımdaki kız kaptı...ben nasılsa buraya kadar gelemez diye olumsuz düşünmüştüm şimdi düşünüyorum da zıplayıp, insanların boyunlarını kırıp almalıydım o frizbiyi.. Sonra kıza resim çektirebilir miyiz dedim ve bütün konser boyunca kıvırcık saçları ile benim omuzumu gıdıklayan ve böyle yoğun bir ortamda benimle omuz omuza vererek konser dinlemiş bu kız hiç oralı olmadı..İnşallah kaybeder!!!!!!Kırılır!!!!! İmzalar silinir!!!!

Sevgiler
Billur

Bu yazı 09 Temmuz 2009 tarihinde ayseninkitapkulubu.blogspot.com'da yayımlanmıştır.

Paylaşmak İsterseniz

Related Posts with Thumbnails